Bu senin yaşamın ve her geçen dakika sona eriyor. Her şeyden önce korkmayı bırakıp bir gün öleceğini kabullenmelisin.

Kulüp kapanmıştır. İlluminati ile ilgili olmasa da yazılarımı takip etmek isteyenler http://soraninsan.tumblr.com adresinden beni takip edebilirler.

23 Ekim 2011 Pazar

Hayatın Anlamı ve Yanılgılar

Merhaba FS kulübü üyesi... (Dinlemelik; http://fizy.com/#s/16pn78)

   Bu gece korku düzeni ve suçluluk yazımın devamını yazmak istiyorum, çünkü daha söylemek istediğim çok şey var. Toplumun hali daha başarılı bir şekilde özetlenemezdi herhalde. Herkes birbirinin klonu robotlar olmuş, hayatlarının amacından, hayallerinden kopmuşlar. Belki de hiç bulamamışlar. Yaşamının amacı ne? Bu soru çoğu kişiye büyük rahatsızlık verir. Cevaplamaktan kaçınırlar. Çünkü verecek bir cevapları yoktur.

   Hayatın amacı olarak bahsettiğim şey Kişisel menkıbe. Paulo Coelho, "Simyacı" kitabında bunu şöyle açıklıyor; "Gerçekten arzu ettiğimiz bir şeyin gerçekleşmesi için tüm evren işbirliği yapar." Bu söz bir çok kez tekrarlanıyor. Gerçektenden öyle, hayattan deneyimlediklerimde bunun gerçek olduğunu söyleyebilirim.

"Arkada bıraktığın şeyleri düşünme dedi simyacı, atlarıyla çölün kumlarında ilerlerken. Her şey evrenin ruhu'na kazınmıştır ve ebediyen orada kalacaktır."

"Kişisel menkıbe'lerimiz uğruna aşılmayacak çöl, güdülmeyecek koyun yoktur. Arzularımız doğrultusunda giderken geride bıraktıklarımızsa, gerçekten bizimse hep bizim için duruyor olacaktır. "

Kitapta geçen, en çok hoşuma giden satırlardan bazıları ise;
"Bulduğun şey saf maddeden yapılmışsa, hiçbir zaman çürümeyecektir. Ve oraya birgün geri döneceksin. Bir yıldız patlaması gibi bir anlık ışıktan başka bir şey değilse, o zaman geri dönüşünde hiçbir şey bulamayacaksın. Gene de en azından bir ışık patlaması görmüş olacaksın. Yalnızca bu bile yaşamış olmanın zahmetine değer. "

   Karşılaştığım insanların içinde çok azı bu soruya içtenlikle cevap verebildi. Ve şunu söyleyebilirim ki bu insanlar, kesinlikle toplumun geri kalanından ayrılmış, farkındalık seviyesi bariz bir şekilde yüksek olanlardı. (Bu arada Simyacı'yı okuyun, çok güzel kitaptır.)






Bir işe gir. Çalışmaya git. Evlen.
Çocuk sahibi ol. Modayı takip et.
Normal Davran. Kaldırımdan yürü.
Televizyon izle. Yasalara uy.
Yaşlılığın için birikim yap.

Şimdi, benim ardımdan tekrar et: "ÖZGÜRÜM'







   İnsanlar dünyanın güvenli ve düzenli bir yer olması için yıllarca çalışırlardı. Ama kimse bunun ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında değildi. Bütün dünyanın parsellendiğini, hiz limitleri konduğunu, bölümlere ayrıldığını, vergilendirildiğini ve düzenlendiğini, bütün insanların sınavlardan geçirildiğini, fişlendiğini, nerede oturduğunun, ne yaptığının kaydının tutulduğunu düşünün. Hiç kimseye macera yaşayacak bir alan kalmadı, satın alınabilenler hariç. Lunaparka gitmek gibi. Film izlemek gibi. Ama bunlar yine de sahte heyecanlardı...Gerçek afet veya risk ihtimali olmadığından, gerçek kurtuluş şansı da ortadan kalkmış oldu. Gerçek mutluluk yok. Gerçek heyecan yok. Eğlence, keşif, buluş yok. (Chuck Palahniuk - Tıkanma)

   Her şey, çocukluğumuzdan itibaren eğitim sistemi ile başlıyor. Eğitim, rezil bir halde ve bu asla düzelmeyecek çünkü böyle olmasını istiyorlar. Herşeye sahip olan ve her şeye karar verenler, dünyayı yönetenler, bunun böyle olmasını istiyor. Kendisine her sunulanı kabul eden insanlar istiyorlar. Hatta insan bile değil, robot olmamızı istiyorlar.

   Saf iş gücü, söyleneni anlayacak ve sadece emirleri yerine getirebilecek kadar zeki olmamızı istiyorlar. Ve sadece istemekle kalmıyorlar, bunu başarılı bir şekilde uyguluyorlar. Görünmez bir, kurallar hapisanesindeyiz. Özgür olduğumuzu düşünmemizi istiyorlar ve önümüze fark ettirmeden kendi belirledikleri seçimleri sunuyorlar. Çocukluğundan beri sorgulamaya alışmamış, hatta sorgulamanın kötü bir şey olduğunu sanan bireyler, görünmez hapisanelerinde sahte bir mutlulukla yaşamlarını sürdürüyor. İşte istedikleri şey bu. Size bir seçim hakkınız olduğunu düşündürmek.

   Size ne istemediklerini söyliyim. Eleştirel düşünen insanlar istemiyorlar. İyi derece bilgilendirilmiş ve eğitim görmüş insanlar istemiyorlar. Bu hiç işlerine gelmez çünkü onların çıkarlarına aykırı. Dönen büyük, kandırmacayı, görünmez bir kurallar hapisanesinde olduğunu fark edenler ise toplumun kendisi tarafından eziliyor. Bu sistemi korumak için savaşanlar tarafından, var güçleriyle engelleniyor.

Kır zincirlerini!


   Sorgulamaya kendi içimizde bir yolculuğa çıkıp kendimizden başlamalıyız. Bazen aynanın karşısına geçip şu soruyu sorarım; "Ben kimim?" Ancak kendimizi sorgulamaya başladıktan sonra gerçek manada özgür olabiliriz. Her şeyden önce korkmayı bırakıp, bir gün öleceğinı kabullenmelisin. İşte o zaman her şey netleşmeye başlıyor ve daha önce sorun olarak gördüğün, o küçük şeylere sadece tebessüm ediyorsun. Yani kısaca Yunus Emre'nin dediği gibi; "Bir ben vardır bende benden içeri."

Kim ne derse desin, kelimeler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Atlantis, Mu, Şambala, Agarta ve Piramitler

N'aber?

   Bu sefer ki biraz daha fantastik bir yazı olucak, uzun zaman önce okuduğum bazı yazılar kafamda bir anda birleşti ve illuminati ile bağlantısı olabilecğeini düşündüğüm bir kaç şey buldum. Tam olarak sağlam bir kanıt yok ve fikirde çok uçuk aslında fakat insan bilim-kurgu sever olmasın, kendime engel olamıyorum bunu düşünürken. Birazdan sizinde kafanızda bahsettiğim şey ile ilgili düşnceler oluşucak. Bu yazının, bir kaç ufak kanıt ve mantıksal incelemenin ürünü olduğunu belirtmeliyim, sonra "komplo teorisi, paranoyak rerörörö" yapmasın entel bozmaları. Bu arada belirtmek isterim ki bazılarınız yazılarımda hiç entel bozmaları, şakirtler, berkecanlar ve türevleri ile hiç uğraşmadan direk konuya girmemi istiyoır, bunu anlayışla karşılarım fakat şunu da göz önünde bulundurmanızı isterim. Burada, bu yazıları hazırlamak için saatlerimi harcıyorum, bazen 12 saati buluyor çünkü gerçekten iyi bir araştırma yapmayı gerektiriyor. Ve bu arada da farkındalık seviyesi düşük, sistemi korumaya canla başla çalışan insanlarla biraz uğraşarak kendimi rahatlatmamı mazur görürseniz sevinirim. Bir örnek verecek olursam, "Sen görmesende olur, şakirt."

(Sizin için fizy'e üye oldum... Okurken dinlersiniz, uzun bir yazı olucak. http://faintsmile.fizy.com/#p/Fs%201)

Şimdi yavaş yavaş konuya giricek olursam hepiniz hayatınızda bir seferde olsa, Atlantis'i duymuştur. Kayıp şehir, batan kıta, suyun altında ki krallık vs gibi bir çok teori dolaşıyor Atlantis hakkında. Bende çok sevdiğim bir arkadaşımın hazırladığı yazıdan yola çıkarak size bununla ilgili bazı görüşlerimi sunacağım. Öncelikle hikayeyi dinleyelim(Benim yazmadığım kısımları, tırnak içine alarak gösterdim, diğerleri kendi yorumlarım.);

   "M.Ö. 1750'lerde yaşayan Kral Nefer-hetop Osiris'e tıpa tıp benzeyen bir heykel yaptırmaya karar verdiğinde, katiplerini araştırma yapmaları için Heliopolis Kütüphanesi'nin eski arşivlerine yollamıştı. Çünkü orijinalliğinden emin olacakları bir Osiris resmi arıyorlardı!... Yani günümüzden yaklaşık 3750 yıl önce... Yine günümüzden yaklaşık 3150 yıl önce yaşamış IV. Ramses'in de Mısır'ın kökenleriyle ilgili benzer antik araştırmalar yaptırdığı bilinmektedir. Evet... O dönemlerde de Mısır'ın geçmişi ve kökeni araştırılıyordu!...

   Şunu söylemek istiyorum ki, bizim için hayli eski bir dönemi ifade eden bu tarihler bile, Mısır'ın geçmişi ile karşılaştırıldığında hiç bir şey ifade etmemektedir. Antik Mısır Uygarlığı dendiğinde karşımıza çıkan tarih; bizleri istesek de, istemesek de çok daha gerilere götürür. Hem de binlerce değil en az 10-12 bin yıl öncelerine... Bu nedenle Kral Nefer-hetop kendi döneminde Mısır'ın geçmişi ile ilgili bir bilgiyi araştırırken, yaklaşık 7000 - 9000 yıl öncesiyle ilgili tarihi bilgilere ulaşmaya çalışmaktaydı. Gizemi binlerce yıl öncesine ait Osiris'e ait bir resim bulmaya çalışan Kral Nefer-hetop'dan bugüne gelinceye kadar geçen süre, Mısır'ın geçmişini daha da unutturmuş ve bizi 10.000 yılı aşkın bir zaman süreciyle karşı karşıya bırakmıştır..."

   Buraya kadar anlatılanları, asıl konumuzla ilgili olacağı için, ön bilgi olarak verdim. Bildiğiniz gibi İlluminati'nin bu piramitler ve firavunlar ile büyük bir bağlantısı var. Fakat daha da önemlisi piramitler ve firavunların geçmişinin neye dayandığı. Yani asıl konumuz Atlantis ve Mu kıtaları. Tufan olarak bahsedilen kısım, büyük ihtimal ile Nuh tufanı olarak bildiğimiz olay.

Tufan öncesine dayanan bir uygarlık:

   "Bilgilerinin belirli bir kısmını Mısırlı rahiplerden almış olan Herodot'a göre, yazılı tarih onun döneminden 11.340 yıl öncesine dayanır. Bu yaklaşık olarak Atlantis'in batışına denk gelen bir tarihtir. Yani Herodot'un vermiş olduğu bu tarih. Tufan sonrası bizim uygarlığımızın başlangıç tarihidir... Bu tarih, Mısır için de çok önemli bir dönüm noktasıdır. Günümüzden 10.000'lerce yıl önce... Geçmişte meydana gelen ve hemen hemen tüm kutsal kitaplarda dile getirilen Tufan'ın etkileri, bazı bilimadamlarının iddia ettikleri gibi sadece Mezopotamya ve Ortadoğu ile sınırlı kalmamıştır. Aksine, tüm dünya insanlığının hafızasında silinemeyecek izler bırakmış olan bu büyük felâkeder dizisinden, Dünya üzerinde en az etkilenen bölgelerin başında Ortadoğu gelmiştir. Bir zamanlar yaşanan ve Dünya'nın birçok bölgesini etkileyen iki büyük doğal afetten söz etmeyen ulus ya da kavim yok gibidir. Dünya üzerinde birbirlerinden çok farklı bölgelerde yaşamış olan tüm eski ulusların mitolojilerinde ve dinlerinde bu trajedik anıya yer verilmiştir. Yaşanan bu felâketler, dinlerde (özellikle de son üç dinde) "Tufan" olarak isimlendirilmiştir. Bu büyük felâketler zincirinin ilkinde Mu Kıtası diğerinde ise Atlantis Kıtası arkalarında küçük adacıklar bırakmak suretiyle tamamen batmışlardır. Bu yaşananlarla ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de pekçok ayet vardır:

Ad, Semud milletleri ile Ress'lileri ve bunların arasında birçok nesilleri de yerle bir ettik. Her birine misaller vermiştik ama dinlemedikleri için hepsini kırdık geçirdik. (Furkan Suresi: 25/38-39)

Gerçekleşecek olan! Nedir o gerçekleşecek olan gün? Gerçekleşecek olanın ne olduğunu sana ne bildirir? Semud ve Ad milletleri tepelerine inecek bu gerçeği yalanladılar. Bu yüzden Semud milleti zorlu bir sarsıntı ile yok edildi. Ad milleti de bu yüzden önünde durulmaz dondurucu bir rüzgarla yok edildi... Ey insanlar! Su taştığı vakit, siz bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye süzülen gemide, sizi Biz taşımışızdır. (Hakka Suresi: 69/1-7,11-12)0)

Nuh Tufanı olarak Kur'an-ı Kerim'de Muhammed Peygamber'e tebliğ edilen (vahyedilen) bu meselenin, bilinmeyen olaylardan olduğu, ayetlerde şu şekilde anlatılmıştır:

Gemi, dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken... Yere, Suyunu çek! Göğe Ey gök sen de tut denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cudi'ye oturdu.  Ey Nuh, sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selamet ve bereketle gemiden in. Ama birçok toplulukları da geçindireceğiz, sonra onlara can yakıcı bir azap vereceğiz denildi. Ey Muhammed, bunlar sana vahyettiğimiz bilinmeyen olaylardır. (Hud Suresi: 11/42,44,48-49)

Belli ki, Muhammed Peygamber'in döneminde de Tufan'ın izleri hafızalardan çoktan silinip gitmişti."

   Bu ayetlerden açıkça görüldüğü üzere Nuh Tufanı ile sular altında kalan milletler Ad ve Semud milletleri. Yada bu hikayede ismi geçen şekliyle, Atlantis ve Mu kıtaları. Nuh tufanı ile ilgili düşüncelerimi birazdan söyleyeceğim, fakat biraz hayal gücü gerektiriyor. Ve stargate dizisinin etkisinde kalma ihtimalimde yüksek. (:

Nuh Tufanı ve sonrasında Atlantis'in temsili bir resmi...

"Anlatılanlar iki büyük etkenden bahsetmektedir: Su ve ateş... Tabii bu arada meydana gelen büyük depremleri de ilave etmek gerek... Yaşanan böylesi büyük felâketlere sebebiyet veren etkenler nelerdi?

Dünya eksenindeki kayma ve kutupların yer değiştirmesiyle birlikte gelen büyük sel baskınları ve ani iklim değişiklikleri.

Okyanus dibindeki gazlar ve bunun sonucu oluşan büyük depremler.

Atlantis 'in son dönemlerinde çıkan iç savaşta majik tekniklerle birlikle doğa güçlerinin negatif alanlarda kullanımı."

   Burada bahsedilen majik tekniklerle savaş konusuyla ilgili bağlantılı olarak, Su Kristalleri yazımda büyü olarak bilinen şeyin aslında bilimsel olarakda bir açıklaması olabileceğini bilimsel veriler ve kanıtlarıyla sunmuştum. Yolu henüz bilmememiz, gidilecek bir yol olmadığını göstermez. Eğer islam inancındaysanız zaten
harut ve marut isimli iki meleğin geçmişte bir zamanda insanlara büyüyü öğrettiğini yani büyünün varlığını kabul ediyorsunuzdur. Bunun dışında bir benzetme yapacak olusam, kuantum mekaniğini anlayıpta, dehşete düşmemiş bir fizikçi yoktur. Keşfetmenin sınırı yok, daha 1-2 ay öncesine kadar ışık hızı geçilemiyor sanıyorduk ve bundan çok emindik. CERN de yapılan deneyler sonucunda nötrinoların ışıktan hızlı yer değiştirdiği ortaya çıktı. Neredeyse 100 yıldır doğru kabul ettiğimiz görelilik teorisini çürütme ihtimali var. Kısacası; Nothing is true, everything is permitted. (Hiç bir şey doğru değil, her şey mümkündür.) Assassin's Creed oyunu ile ünlenen, gerçekte "Hasan Sabbah"ın ölmeden önce söylediği son sözler.

Buradan hikayeye tekrar dönecek olursak;

   "İşte bütün bunlar ve bunlara eklenen bazı diğer kozmik etkenler; dinsel kayıtlarda adına Tufan denilen büyük bir trajedinin dünya üzerinde yaşanmasına neden olmuştu.

Mısır'dan başlamışken bir anda Tufan'a geldik, çünkü Tufan; yıkımdan kurtulmak için göç eden Mu ve Atlantis kabilelerinin arada geçen zamana rağmen aynı yerde buluşmasına ve Mısır Medeniyeti'ni kurmasına neden olmuştu. Tufan'ın buradaki rolü çok önemlidir. O yüzden onu incelemeye ve ezoterik bilgilerden yararlanarak Tufan'a neden olan etkenleri, Tufan'ın sonuçlarını, Tufan'ın gerekliliğini anlatmaya devam edelim..."

   Yani bu hikayeye göre mısır medeniyetinin kurulmasının kaynağında, Atlantis ve Mu kıtasından yapılan göçler yatıyor. Aslında düşünecek olursak, mısır piramitlerinin nasıl yapıldığı hala bir gizem ve bu hikayede anlatılan şeylerin aynı zamanda kuranda ki ayetlerin doğrultusunda, Nuh Tufanı ile Ad ve Semud milletleri ile uyum gösterdiğine dikkatinizi çekerim.


Dünya'nın Klasik Kronolojik Tarihi

   "Bu konuda akılları karıştıran bir çelişkiden söz etmek istiyorum. Bu anlatılanlar günümüz bilimsel buluşları ve eskinin dinsel kayıtlarıyla örtüşse de, Klasik Tarih Bilimi'yle örtüşmeyen noktaları olduğunu hepimiz biliyoruz. Çünkü Klasik Tarih Bilimi'ne göre bilinen insanlık tarihimiz şöyle bir kronolojik sıra takip etmektedir: Taş Çağı'ndan Demir Çağına, tam olarak ne zaman başladığı konusunda farklı tarihler vardır. Ancak Taş Çağının bitişiyle ilgili Tarihçilerin üzerinde birleştikleri süre günümiüzden 9.000 yıl öncesine aittir.

Ve en önemlisi de, bu zaman dilimlerinin öncesinde, son derece ilkel bir insanlık tarihinden bahsedilir. Maymunla insan karışımı bir insanlık tarif edilir.

Klasik Tarih Bilimcileri'nin kronolojisi içinde, günümüz uygarlığıyla karşılaştırıldığında son derece ileri bir düzeye erişmiş olan Mu ve Atlantis Uygarlıkları yer almaz! En büyük sorunda budur. Birçok tarihçi Atlantis ve onun da öncesindeki Mu Uygarlığı'nı efsanevi kıtalar olarak nitelendirmişlerdir."

   İşte şimdi öldürücü darbeyi vuruyorum, taş çağı hepimize ilk okulda öğretildiği üzere milattan önce 10.000 yılları civarında başlıyor. Yani teknolojinin hiç olmadığı, insanların tekerleği, ateşi filan yeni yeni bulduğu zamanlar. Ve yaklaşık olarak 12.000 yılda günümüz teknolojisine geliyoruz. Ulaştığımız son noktada atomik güçleri kullanabiliyoruz, uzaya çıkabilecek kadar gelişmişiz ve bunların hepsi sadece 12.000 yılda olmuş. Peki taş çağından önce ne vardı? Ne oldu da teknoloji sıfırdan başladı? Burada ise aklıma gelen en uygun şey, Nuh Tufanı oluyor.

   Bilinen en eski insan iskeleti 3.200.000 yıllıktır. Yani taş çağından 3.188.000 yıl öncesine ait. Düşünsenize teknoloji, taş çağında sıfırdan başlayıp sadece 12.000 yılda bu zaman ki durumuna ulaşıyorsa, 3.2 milyon yıl belki de çok daha fazla bir süredir dünyada bulunan insanların teknolojisi 3 milyon yılda ne kadar gelişmiştir? Belki de defalarca, hayal bile edemeyeceğiniz kadar gelişip, atomik savaşlar, meteorlar yada tufanlarla yeryüzünden silinip, baştan baştan gelişti? Teknolojinin hangi boyutlara ulaştığını tasavvur bile edemeyeceğimiz ortada değil mi? Ve iddia edildiğine göre Mu ve Atlantis uygarlıkları sadece 70.000 yıl öncesine dayanıyor. Ondan öncesine hiç girmiyorum bile. Dolayısıyla Tufan öncesi Mu ve Atlantis Uygarlıklan'nın bizlerden çok daha ileri düzeyde bir uygarlık olduklarını, bu basit mantık yürütmesinden bile çıkartabilmek mümkündür.
(Not: Ayrıca bir rivayete göre dünyaya 28.000 peygamber gelmiştir. Bu peygamberlerin her birisi ortalama 1000 yıl ara ile gelmiş olsa, 28.000.000 milyon yıldır insanlar, dünyada demektir.)

Tekrar konumuza dönecek olursak;
   "Mısır Uygarlığını araştırma konusu yapan başlı başına bir bilim dalı vardır ve bu bilimle uğraşanlara Egyptolog denir. Ancak ne var ki, Egyptologlar'ın bizlere aktardıkları Mısırla ilgili bulgular son derece sıradan bilgilerden ibarettir. Onlar bizlere Firavunlar döneminin tarihini ve Mısır yapılarının belirli özelliklerini anlatmaktan öte pek fazla bilgi vermezler Onlar için piramitlerin nasıl yapıldıkları bile bir muammadır-. Peki ama bu muammaları kim çözecek? Bunlara cevap ne zaman verilecek?

Bu çelişkiyi ilk kez kamuoyuna duyuran araştırmacı, Atatarük'ün de kitaplarını getirterek tercüme ettirdiği James Churchward olmuştur. James Churchward yaymladığı ilk kitabında bu konuyla ilgili şu satırları kaleme almıştır: "Egyptologiar Mısır'la ilgili birçok konuda oluşturdukları teoriyle gerçekten önemli ölçüde sapmışlardır. Bunun nedeniyse ne eskilerin sembolizmini ne de bu sembolik yazıtların ezoterik anlamlarını anlayamamış olmalarıdır. Bunun için onları suçlayamayız. Çünkü bu konuda bir ipucu bulunmadığı gibi, bunların öğrenilebileceği bir okul da yoktur. Bu sırlar en azından yüzlerce yıldır sadece bir avuç yaşlı Doğulu Bilge tarafından bilinmektedir. Tüm bu yaşlı bilgeler yaşamlarını kendi mabetlerinde geçirmişler ve dış dünya ile nadiren irtibatları olmuştur. Bu çok ender de olsa gerçekleştiğinde ise, onların aktardığı bilgiler, eldeki mevcut teorilerle o kadar uyuşmamıştır ki, bu anlatılanlar anlamsız şeyler olarak değerlendirilmiştir.

James Churchward bu satırları kaleme aklığında 1900'lü yılların henüz daha ilk çeyreğindeydik. O günlerden bu günlere gelinceye kadar aradan bir hayli zaman geçmiş olmasına rağmen, Klasik Tarih Bilimi'nin etkisi altındaki Egyptologlar için değişen çok fazla bir şey olmamıştır. Onların büyük bir bölümü hâlâ okullarda kendilerine anlatılan klasik bilgileri tekrar edip durmaktadır."

1926 yılmda THE CHILDREN OF MU ismiyle yayınlanan ve Mustafa Kemal Atatürk'ün yurdumuza getirterek tercüme ettirdiği notlardan alınmıştır. James Churchvvard'ın bu ve diğer dört kitabı ile tercüme notları, halen Anıtkabir Müzesi'nde muhafaza edilmektedir.




Tufan sonrası yaşanan gerileme...

   "Az önce Mezopotamya ve Orta Doğu'nun yaşanan büyük doğal afetlerden daha az etkilendiğinden bahsetmiştik. Bu arada Akdeniz ve Karadeniz'i de daha az etkilenen bölgeler arasında sayabiliriz. Her ne kadar Tevrat ve Kur'an'da anlatılan "Tufan" bu bölgelerdeki yaşananları anlatsa da, yine de bir Atlantik Okyanusu ve Pasifik Okyanusu'nda meydana gelenlerle kıyaslanamayacak kadar daha küçük boyutta olmuştur. Akdeniz, Karadeniz ve Kızıldeniz gibi nispeten kapalı bir havza içinde yer alan denizlere kıyısı olan yerler. Kutuplar'daki açısal değişimin sonucu ortaya çıkan büyük su baskınlarından daha az etkilenmiştir. Nitekim Tevrat ve Kur'an'da bahsedilen Nuh Tufanı'nda, kimi insanlar basit tahtadan teknelere binerek dahi, bu büyük felâketi atlatabilmişlerdir. Bu büyük doğal afetlerde bilindiği gibi önce Pasifik Okyanusu'ndaki Mu Kıtası daha sonra da Atlantik Okyanusu'ndaki Atlantis Kıtası parçalanarak hemen hemen tamamen sulara gömülmüşler, diğer kıtalarda ise kısmi parçalanmalar ve büyük su baskınları meydana gelmiştir. Marmara Denizi ile Karadenizi birleştiren İstanbul Boğazı bu dönemde açılmış ve iki denizi büyük bir selle birlikte birleştirmiştir. (Bu konuyla ilgili yapılan bir bilimsel araştırmanın sonuçlan geçtiğimiz yıl Discovery kanalında yayınlanmıştır.) Meydana gelen tüm bu büyük doğal afetlerin sonucunda Dünya üzerinde yokolmaktan kurtulabilen tüm uygarlıklarda büyük bir gerileme kaçınılmaz olmuştur. Dünya'nın büyük bir bölümünde kelimenin tam anlamıyla, korkunç bir gerileme yaşanmıştır. Kurtulabilenler boş alanlara yerleşmişler ve her türlü teknolojik imkândan bir anda yoksun kalıvermişlerdir. İşte günümüz Klasik Tarih Bilimi'nin bundan 9.000 yıl önce yaşadığını iddia ettiği Taş Devri'nin altında yatan gerçek bu gerilemedir."

Atlantis ve Mu'nun dünyadaki konumunu ve yapılan göçleri gösteren bir harita...


Atlantis'teki Osiris Öğretisi:

   "Bu büyük felâketler zinciri henüz daha başlamadan önce Mu ve Atlantisli rahipler yaşanacaklardan haberdardılar ve bu konuda halklarını çok önceden uyarmışlardı. Beklenen Tufan'dan en az etkilenecek olan bölgeler tespit edildikten sonra buralara yoğun göçler düzenlemeye başlamışlardı. İşte bu bölgelerden biri de Mısır topraklarıydı. Mısır önce Mu'dan sonra da Atlantis'ten yoğun göçler almıştı. Tarihçilerin bir zamanlar bir türlü içinden çıkamadıkları; Bir anda böylesine ileri düzeyli bir uygarlık Afrika'nın Kuzeyi'nde nasıl oluşmuştur sorusunun cevabı işte bu göçlerde yatmaktaydı.

   Tarihin çok eski dönemlerinden başlayan, Atlantis'le Mu arasında sürekli bir irtibatın olduğu bilinmektedir. Bu irtibat Mu Bilgeliği'nin Atlantis'e taşınmasında çok önemli bir rol görmüştür. Orta Asya'nın muhtelif yörelerinde bulunan çok eski bir kültüre ait bilgiler veren taştabletlerden elde edilen ezoterik bilgilere göre, Mu'ya indirilen kozmik öğretinin kaynağı "Sirius Kültürü" idi. Bu tabletlerin içerikleriyle ilgili ilk bilgiler ünlü araştırmacı James Churchward tarafından dünyaya duyurulmuştur, James Churchward kendi anlayışı ile bu bilgileri yorumlamış ve bu öğreti sistemine dünyanın ilk Tek Tanrılı dini adını vermişti. Onun Tek Tanrılı din olarak yorumladığı sistem aslında bir din değil, tam anlamıyla kozmik kökenli bir öğretiydi. Bu öğreti ilk kez Mu'da yaşam bulmuş ve oradan da Atlantis'e taşınmıştır. Ancak zamanla Atlantis'te bu öğreti dejenere olmuştu. İşte bundan sonrasını tabletler şöyle anlatır.

   Tabletler konumuzla çok yakından ilgili olan bir isimden bahsetmektedirler. Bu isim Osiris'tir... Günümüzden 18-20 bin yıl önce yaşamış olan bu kişiden Atlanlisli bir bilge olarak söz edilmekledir. O dönemlerde Atlantis'te başlayan dejenerasyon hat safhaya ulaşmıştı, Osiris bilgisini derinleştirmek üzere doğduğu ülke Atlantis'i terkedip Mu Kıtası'na gitti. Oradaki Naakal Okullan'nda "MU Kozmik Öğretisi" ile ilgili inisiyatik dersler aldı. Daha sonra Atlantis'e geri döndü. Tüm yaşamını Atlantis halkını aydınlatmaya ve Mu Kültürü'nü anlatmaya adıyan Osiris, birtakım çıkarları uğruna kozmik öğretiyi yozlaştırmış, Atlantis rahip sınıfının etkisi altında oluşan yanlış anlayışları ve uydurma kavramları düzeltmeye çalıştı. Halktan çok büyük destek gördü. Halk kısa süre içinde ona büyük bir sevgi ve saygıyla bağlandı. Sonunda Atlantis'in ruhani lideri oldu. Kendisini Atlantis Kralı Uranos'un yerine getirmek istediler. Fakat o bunu kabul etmedi. Ölümünden sonra kendisine bağlı inisiyelerce adının yaşatılması için, Atlantis'te yaymaya çalıştığı Mu kökenli Kozmik Öğreti'ye "Osiris Dini" adı verildi. Ve binlerce yıl bu öğreti Atlantis'e hakim oldu.
...Atlantis'teki bazı merkezlerde bulunan kristaller, kozmik enerjileri toplama ve dağıtım işlemlerinde etkin bir şekilde kullanılıyordu. Dev bir yansıtıcı gibi işlev gören bu merkezlerde büyük enerjiler odaklandırılıyor ve yansıtılıyordu. Dev yansıtıcılarda kullanılan bu kristallere; Edgar Cayce, medyomsal yollarla aldığı bilgilerde "Ateş Taşı" ismini vermiştir. Atlantis'teki bu enerji merkezleri, ilk başta "göksel - ruhsal irtibat" için kullanılmaktaydı. Bu "Enerji Merkezleri" nde aynı zamanda psişik olarak insanlar yenilenmekte ve fiziksel olarak da bedenlerini rejenere edebilmekteydiler.

   Böylelikle yaşlanmanın da etkisini en aza indirebilmekteydiler. "Kristal Enerji Merkezleri" olarak isimlendirilen ancak niteliği tam olarak bilinmeyen bu ünitelerden, Atlantisliler daha sonraları enerji yayan bir kaynak yaptılar ve bunu geliştirerek ulaşım, iletişim ve yaşamın çeşitli alanlarında bu üniteleri kullandılar. Hatta doğa olaylarına bile, bu enerjilerle müdahalede bulunabilmekteydiler. Atlantis'te bu kristallere "Tuaoi Taşı" ismi verilmekteydi. Ezoterik kaynaklarda "Kristal Enerji Merkezleri" ve "Ateş Taşı" olarak geçen bu yerlerde kullanılan maddenin tam olarak özelliği bilinmiyor. Gerçekten bir kristal midir yoksa günümüzde bilinmeyen başka bir maddesel yapı mıdır?... Buna net bir cevap halen getirilememiştir. Edgar Cayce'nin medyomsal irtibat teknikleriyle elde ettiği dokümanlar arasında bu konuyla ilgili oldukça ayrıntılı bilgiler vardır. Bir fikir vermesi için hiç değilse birkaç tanesini sıralayalım:

Doğa güçlerinin, böyle ışınları ve etkinlikleri bir merkezde toplayan kristaller içinde biriktirilmesiyle, gemileri yalnız deniz üslünde değil, havada da sevk ve idare etmeye başladılar. Ayrıca insan sesinin ve vücüdunun bir yerden bir yere naklini sağladılar.

Ateş Taşı" bugünkü deyişle amyantı andıran bir maddeyle yalıtılmış olan bir binanın merkezindeydi. Binanın taşın yukarısında kalan kısmı oval biçimindeydi.

Belli açılarda kendi ekseni üzerinde hareket edebilen bu kubbe hem doğa enerjisini hem de kozmik enerjileri "Ateş Taşı"na aktarmaktaydı.

Sonsuz enerjinin konsantrasyonu için hareket edebilen bir kubbeydi. Bu kubbe uzayda sevk edilen gemilere direkt enerji uygulamasında araya hiçbir engel girmemesi yani gemilerin hep görüş alanı için de kalması için raylar üzerinde yer değiştirebilecek tarzda inşa edilmiş bir kubbeydi. Taşıtların sevki, bugün radyo titreşimleri sayesinde uygulanan uzaktan kumanda yöntemini andıran indükleme yöntemiyle yapılıyordu. Yani taşıtlar, enerji istasyonunun merkezine yerleştirilmiş bir taşın ışınlarının gemiye konsantre edilmesi yoluyla sevk edilmekteydiler. Taşın hazırlanması devrin inisiyelerine düşerdi.

Taş ışınlarının uygulanmasıyla yanan bir tür ateş sayesinde insanların vücutları şifa buluyor, hatta mucizevi bir gençleşme meydana geliyordu. Boylece beden sık sık gençleşiyordu. Psişik güçler üzerinde de bu enerjilerin büyük bir etkisi vardı.

Doğa enerjilerine de etki edebilmekteydiler demiştik. Edgar Cayce'nin aktardıklarından arada bazı hataların da yapılmış olduğunu anlıyoruz.

Bunlar kazara, yani yanlışlıkla çok yüksek frekanslara ayarlanınca, ikinci deprem döneminin başlamasına yol açtı.

Atlantis'in son döneminde ellerindeki bu imkanları negatif alanda kullananların çıktığı ve böylelikle doğanın dengesinin bozulduğu birçok ezoterik kaynak tarafından dile getirilmiştir. Bu imkanları negatif alanda kullananları ezoterik kaynaklar Belial'in Oğulları olarak nitelerler. Edgar Cayce ise bunlara "Şeytan " anlamına gelen "Satan Oğullan " ismini vermiştir."

   Hikayede anlatılan bu kısma dikkat edin, Belial'in Oğulları ile ilgili asıl teorimi birazdan söyleyeceğim çünkü.

   "Bu merkezlerin "Satan Oğullan" tarafından kullanılması volkanik püskürme ve depremlere yol açtı. 'Satan Oğulları' sözkonusu enerjileri yıkıcı güçlere dönüştürmüşlerdi. Böylece yeraltında, yerin derinliklerinde büyük patlamalara yol açtılar. Doğanın güçlü enerji deposundan gelen büyük volkanik patlamalar ve depremler sonucu kıta önce beş adaya bölündü.

Edgar Cayce bir zamanlar Atlantis'te kullanılan bu enerji merkezleriyle ilgili bilgilerin halihazırda üç yerde bulunduğunu ve gelecekte bunların ortaya çıkacağını ileri sürmektedir.

Ateş Taşı'nın yapımına ilişkin dokümanlar hali hazırda üç yerde mevcuttur:

1- Atlantis'in Poseidia bölgesinin günümüzde su üstünde kalmış bulunan Bimini Adası yakınında.
2- Mısır'da
3- Meksika'da...


   
Belial'in Oğulları'nın (Satan Oğulları) dünyanın dengelerini bozan girişimleri, onlara verilen kozmik bilgeliği kötüye kullanmaları; bu öğretinin kaynağı Mu'nın yokoluşuna sebebiyet vermiş ve adeta şükran duyması gerekilen kişileri arkadan vurmuşlardır... Toparlayacak olursak; Belial'in Oğulları, kötülüğe hizmet eden bir kutuptur, Bir'in Oğulları'na karşı... "

   Burada dikkatimi çeken nokta, Belial'in Oğullarına karşı mücadele eden, Bir'in Oğulları. Bu isim size de bir şeyi çağrıştırmıyor mu? Özellikle İslam inancında, sürekli vurgulanan "Allah Birdir" kavramını. Dini yada Tasavvufi konularda çok fazla bilgili değilim fakat, Tasavvufta da herşeyin aslında aynı şey, her şeyin bir olduğu gibi bir düşünce hakimdir. Yani burada Belial'in Oğullarına karşı mücadele eden, Bir'in Oğulları aslında böyle bir düşünceyi savunuyor olabilir. Eğer gerçekten, Atlantis ve Mu kıtası var olduysa, mutlaka onlarada peygamber(ler) gönderilmiştir diye düşünüyorum. Ve Bir'in Oğulları olarak bilinenlerin de başında bir peygamber vardı belki de. Tabi bunları söylüyorum fakat kesinlikle, böyle olduğunu iddia etmiyorum sadece olasılıklardan söz ediyorum. Ve geldik illuminati ile bağlantısına, o zamanlar Belial'in Oğulları olarak bilinen, günümüzde İlluminati ismi ile bilinenler olabilir mi?

(Not: Şöyle bir isim benzerliği de dikkatimi çekti; Belial'in Oğulları / İsrail Oğulları)

   Amaçları doğrultusunda böyle bir bağlantı kurmanın yanlış olmayacağını düşünüyorum. Ayrıca eğer piramitleri inşaa edenler, atlantis ve mu kıtasından göç eden belial'in oğulları ve bir'in oğulları ise, İlluminati ve piramitler arasında ki bağlantı da bu şekilde açıklanabilir. Ayrıca birazdan, dünyanın her yerinde inşaa edilmiş olan piramitlerle ilgili teorimide size sunacağım. Şimdi tekrar hikayeye dönecek olursak;

   "Atlantis'te bunlar yaşanırken, Mu Kıtası'ndan çevre kıtalara göçler de başlamıştı. Mu'nun önde gelen ırklarından biri olan Nagalar önce Burma'ya oradan da Hindistan'a, sonrasında ise iki kola ayrılarak bir kol Babile diğer bir kol ise Kızıldeniz üzerinden Yukarı Mısır diye tabir edilen Afrika'nın Kuzey Doğu'sundaki Kızıldeniz kıyılarına yerleştiler. Eski tarihi kayıtlarda bu bölge Maiu olarak isimlendirilmişti. Yukarı Mısır'daki Nübye'de yer alan Maiu, bu günkü Suakin kentinin yakınlarında, Kızıldeniz kıyısındadır.

Bu bölgelerde yerleşim birimlerinin kurulduğunu, hem Mısır kaynakları hem de Hint kaynakları teyid etmektedir.

Bazı Yunan tarihçilerinin ve filozoflarının Mısırlılar Hindistan'dan gelmiş kolonicilerdir demelerinin altında yatan gerçek işte budur.

   Kitaplarını Hindistan'daki çeşitli gizli mabetlerdeki kayıtlardan yararlanarak kaleme aldığı bilinen dünyaca ünlü Hint tarihçisi Valmiki de, bu konuda son derece açık anlatımlarda bulunmuştur. Örneğin Rişi Mabedi'nin gizli kayıtlarından aldığı bir alıntıda şöyle der: Hindistan'dan gelen Mayalar Mısır'da bir koloni kurdular ve buraya Maiu adını verdiler.

Ramayana isimli ünlü eserinde ise daha ayrıntılı bir bilgi verir: Naakaller önce Hindistan'ın Dekkan bölgesine yerleştiler. Sonra da dinlerini ve bilgilerini Babil ve Mısır kolonilerine aktardılar.

   Kısaca özetlemek gerekirse: Mısır topraklarına ilk ayak basanlar Mu kolonilerinin Naga koluydu. Nagalar Mu'da Naakaller olarak isimlendirilmekteydi. Bu nedenle eski tarihi kayıtlarda bazen Nagalar bazen ise Naakeller olarak bu toplum isimlendirilmiştir.

Mu Kıtası batmadan önce gerçekleştirilen bu göç Mısırlılar'ın atalarını oluşturdu. Ancak Mısır, hem bu dönemde hem de Atlantis'in batışına yakın dönemlerde yoğun olarak Atlantis'ten de göç almıştır. Bu nedenle Mısır halkının ataları dediğimiz zaman hem Mulular'ı hem de Atlantisliler'i bir arada ele almak gerekir.

Mısır toplumu o topraklarda sıfırdan başlayarak gelişim gösteren bir uygarlık değil, yapılan göçlerle gelişmiş bir kültürün buraya taşınmasıyla ortaya çıkmış bir ülkedir. Hatta bir değil birbirine son derece benzeyen iki kültürün: Mu ve Atlantis Kültürü'nün..."

   Burada tekrar araya girerek bir şey belirtmek istiyorum. Hepinizin bildiği birisinin, piramitlerle ve kadimler(Atlantis ve Mu) ilgili söylediği şöyle bir söz var; 

Bizim bilmediğimiz bazı sırlara eskilerin sahip olduklarını kabul etmek zorundayız. 600 Tonluk bazı taş blokların üst yüzeylerinin dışa doğru kubbeleşmiş olması dikkati çekiyor. Bu ancak muazzam bir çekim veya emme kuvveti ile meydana çıkabilecek bir fenomendir. Albert Einstein   
   "Mu Kıtası'nın sulara gömülmesinden bu yana binlerce yıl geçmişti... Mu'nun batışından sonra Mu Kültürü uzun bir süre Atlantis'te yaşatılmaya devam etti. Bu süre içinde dünyanın kalbi Atlantis'ti... Mu'nun sırları, Atlantis'ten çevre kıtalara yapılan göçlerle taşındı... Bizim kıtalarımızdaki çeşitli yörelerde merkezler oluşturuldu.

Bu merkezlerden en önemlilerinden biri Mısır'dı. Mısır tam anlamıyla Atlantisliler'ce kuşatıldı. Bölgeye çok önce gelen Mulular zaten burada uygun bir zeminin oluşmasını sağlamışlardı. Bu da Atlantisiler'in işini hayli kolaylaştırdı.

Yıllar süren göçler Mısır'ı adeta küçük bir Atlantis'e çevirdi. Orjinali Atlantis'te olan ve sırların merkezi konumundaki Yüce Piramit'in bir benzeri Mısır'da da inşa edildi.

Ancak ortada çok önemli bir sorun vardı... Dünya'nın kapısını yeni bir doğal afetler zinciri daha çalmak üzereydi... Elde edilen tüm bulgular bu seferki yıkımdan en çok zarar görecek bölgelerin başında Atlantis Kıtası'nın geleceğini gösteriyordu... Fakat ortada bir başka sorun daha vardı...

   Mu Kıtası'nın batışından sonra geçen süre içinde Atlantis'te "Osiris Öğretisi" adı altında yaşatılmaya devam eden Mu'dan gelen kozmik kökenli bu öğreti, ikiye ayrılmış durumdaydı. "Bir'in Oğullan" ve "Belial'in Oğullan" adı altında ikiye ayrılan Atlantisliler, kendi aralarında önce zıtlaşmayla başlayan ve sonrasında çatışmaya hatta kıta içinde büyük bir savaşa dönüşen bir kutuplaşmanın içinde bulunuyorlardı."

İnsan bedeninde nasıl ki enerji giriş ve çıkış noktalan varsa, Dünya'nın da buna benzer şakraları vardır. Atlantisliler Dünya'ya ait güç akımları başta olmak üzere, belirli kozmik güçlerin mahiyetini ve nasıl işlediğini biliyor ve bunları dikkatli bir şekilde yaşamlarının çeşitli alanlarında kullanabiliyorlardı.Çeşitli doğa olaylarına da bu güçler sayesinde müdahale edebiliyorlardı. Jeofizik afetlere karşı da bu güçlerden yararlanıyorlardı. Belirli yerlere diktikleri piramitler bu alanda da önemli bir fonksiyon görmekteydi.

Ancak şimdi durum çok değişmişti. Her iki grubun da ellerinde bulunan kozmik kökenli bilgiler ve sırlar farklı amaçlarda kullanılmaya başlanmıştı. "Bir'in Oğulları" adı verilen grup Osiris Öğretisi'ne ilk günkü safiyetiyle bağlı kalmış, buna karşın "Belial'in Oğullan" ise bu bilgileri ve bu bilgilerden elde ettikleri psişik - majik güçlerini negatif alanlarda kullanmaya başlamışlardı.

Böylelikle Dünya üzerinde ilk kez kara maji uygulamaları ortaya çıkmış oluyordu. Kozmik kökenli bilgilerden elde edilen psişik güçler ve buna bağlı olan majik uygulamaların negatif alanda kullanımı öncelikle dünyanın aurası üzerinde çok ağırlaştırıcı bir etkiye neden olmuştu. Kara maji uygulamalarından ortaya çıkan negatif yüklü enerjiler, Dünya'yı adeta "kara bir bulut" gibi her geçen gün biraz daha kaplıyordu.

Bu, daha sonraki yüzyıllarda etkilerini bizim devremiz insanlığına da taşıyacak olan, çok önemli bir yol ayrımının başlangıcıydı.

Psişik güçlerin negatif alanda kullanımı o denli ileri bir boyuta ulaşmıştı ki, bu tekniklerden yararlanılarak, yerkürenin tektonik güçleri bile faaliyete geçirilebilmekteydi. Ancak bütün bu yapılanların Yerküre'nin dengesini nedenli bozduğu hiç hesap edilmiyordu.

Belirli periyotlarla Dünya üzerinde yaşanan kozmik kökenli bazı doğal afetlere, bir de bu etkenler ilave olmuştu. Kaçınılmaz son tüm gücüyle geliyorum diyordu...

Atlantis'deki Osiris Rahipleri yaklaşmakta olan felâkete karşı halkı uyarmak için her yolu deniyorlardı.

Eski Mu Külütürü'ne sadık kalan Osiris Rahipleri kendi aralarında yaptıkları son toplantıda yaklaşmakta olan büyük yıkımı tüm ayrıntılarıyla ele almışlar ve yapılması gerekenleri birkaç ana başlıkta toplamışlardı:

1- Halihazırda "Osiris Öğretisi" adı altında varlığını sürdüren Mu Kültürü'nün gelecek kuşaklara her ne şekilde olursa olsun aktanlmasına olanak sağlanmalı ve dünya üzerinden tamamen kaybolmasına izin verilmemeli.

2- Daha önce Mu'nun Naakal rahiplerince oluşturulan gizli yeraltı merkezleriyle irtibata girilmeli ve bu merkezlerin yeni kurulacak merkezlerle irtibatlandırılması sağlanmalı.

3- Yaşanacak afetlerden kısmen daha az etkilenmesi beklenen çevre kıtalardan Amerika ve Afrika'nın Kuzey bölgelerindeki tespit edilen yörelere sürdürülmekte olan göçler yoğunlaşırılmalı ve mümkün olduğunca halkın büyük bir bölümünün buralara göç etmesi için her türlü imkân seferber edilmeli.

Ve bütün bunlar olabildiğince çabuk gerçekleştirilmeliydi. Çünkü yaklaşmakta olan felâketler zincirine fazla bir zaman kalmamıştı.

Ancak kıtalarının batmayacağına inanan "Belial'in Oğullan" buna gerek olmadığını ileri sürüyorlardı. Beklenen doğal afetlerin kıtalarını kesinlikle batırmayacağından emindiler. Örnek olarak da daha önce Mu Kıtası'nın batışına neden olan doğal afetlerde Atlantis'in batmamasını gösteriyorlardı.

Evet... Atlantis'in belli bir bölümü parçalanarak sulara gömüldüyse de tamamen ortadan kalkmamıştı. Ancak bu sefer tehlikenin merkezinde Atlantis vardı. Çünük tektonikaktivite hissedilir bir şekilde dengesizleşmiş durumdaydı. Ama Belialin Oğulları için korkulacak bir şey yoktu!...

Başını rahiplerin çektiği bu iki grubun çevresinde halk tam anlamıyla ikiye bölünmüş durumdaydı. Fakat bu bölünüş yarı yarıya değildi. İbre "Belial'in Oğulları"ndan yana daha ağır basıyordu. Halkın yarıdan çok daha fazlası "Belial'in Oğullan"nın yanında yer almıştı... Vatanlarından ayrılıp herşeye yeniden başlamanın zorluğu da buna eklenince, halkın büyük bir bölümü ilk başta göç etmek istemedi.

Ta ki, felâketler bir biri arkasına gelmeye başlayıncaya kadar... Atlantis büyük sarsıntılarla parçalanmaya başlamıştı... Sonunda "Beliarin Oğulları" da göç etmekten başka bir şanslarının kalmadığını farkettiler...

Atlantisliler kıtalarının tamamen sulara gömülmesinden önce her iki grubun temsilcileri çevre kıtalara göç ettiler.

Avrupa üzenden Orta Asya'ya kadar göçler düzenlendi. Ancak en fazla göç alan topraklar Amerika Kıtası oldu. Amerika Kıtası'na her iki grubun temsilcileri de gelerek yerleşim birimleri oluşturdular.

"Belial'in Oğullan" ve yandaşları yoğun olarak Kuzey Amerika topraklarına yerleştiler. Daha sonraları tarih kitaplarımızda karşımıza çıkacak olan Aztekler'in atalarını oluşturdular ve burada da Kara Maji uygulamalarına devam ettiler.

Buna karşılık "Bir'in Oğullan" Orta Amerika'yı tercih ettiler. Çünkü bu bölgeye ve bu bölgenin daha Güney uçlarına daha önceleri Mulular tarafından göçler düzenlenmiş ve Mayalar adı altında bir yerleşim birimi oluşturulmuştu. "Bir'in Oğullan" bu bölgede kendilerine kolaylıkla bir yer edinebildiler.

Belial'in Oğulları'na bağlı grupların Mayalar'ın bulunduğu bölgenin Kuzey kısımlarına yerleşmeleri, Orta Amerika'da bulunan Mayalar'dan çok farklı bir toplumun Kuzey Amerika'da ortaya çıkmasına neden olmuştu... Günümüzde Amerika Kıtası'nın yerlileri olarak nitelendirdiğimiz Aztekler ve Mayalar'ın temelde birbirlerine benzeseler de birçok noktada ayrı özellikler göstermelerinin nedeni işte buna dayanıyordu... Örneğin, Mayalar'da insan kurbanlarının görülmemesine karşın Aztekler'de inanılmaz boyutlara ulaşan insan kurban edilişinin nedeni de, bu göçlerdeki farklılıklara bağlıdır."


Belial'in Oğulları ŞAMBALA'yı kuruyor... 
   "Belial'in Oğullan'nın başını çeken rahiplerin önde gelenleri, sahip oldukları gücü daha da artırmak ve etkilerini daha geniş alanlara yayabilmek için, Avrupa'dan Orta Asya'nın içlerine ve Tibet'in dağlık kesimlerine kadar gelip buralarda gizli yeraltı tüneller sistemleri ile bağlantılı gizli tarikatlar oluşturdular. Bu oluşturulan gizli yeraltı tarikatı, örneğini daha önce Mulular tarafından oluşturulan gizli yeraltı ezoterik merkezi Agarta'dan almıştı.

   Böylelikle daha önce Mu'dan gelen Naakal rahiplerince kurulan merkeze alternatif olarak, bir başka merkez daha kurulmuş oldu. Bu merkez daha sonraları Ezoterizm'de Şambala olarak anılmaya başlandı.

   Zaman zaman günümüzde yayınlanan bazı kitaplarda Agarta ile Şambala'nın sanki iki ayrı merkez değil de, tek bir merkezin iki ayrı ismiymiş gibi kullanılması, bu her iki grubun da köken itibariyle aynı sırlara sahip olmasından kaynaklanmıştır. Ancak arada önemli bir farkın olduğu, bazen bilerek bazen de bilmeden göz ardı edilmiştir. Bu iki grubun en büyük ortak noktası her ikisinin de Atlantis'ten gelmiş olmalarıydı. İşte bu nedenle bazı yazarlarca, bu grupların birbirlerinden bir farkının olmadığı düşünülmüş olabilir. Ancak bu merkezlerden biri pozitif alanda diğeri ise negatif alanda faaliyet göstermekteydi... Ve bu, günümüze kadar böyle devam etmiştir!... Bu merkezler bizim devremizde çok önemli fonksiyon görmüşlerdir. Özellikle de Şambala..."

Demir Çağı için ŞAMBALA'ya ihtiyaç vardı!...

   "Bu ara da başlığımızın ifade ettiği anlam ilk başta biraz tuhaf gelebilir. Evet, Demir Çağı için Şambala'ya ihtiyaç vardı. Şimdi hem anlatılması, hem de anlaşılması oldukça zor olan bu konuyu çeşitli açılardan ele alarak, elimizden geldiğince anlaşılır bir şekilde açmaya çalışalım:
Şambala ve Agarta ile ilgili yayınlanmış ve kaynak gösterilebilecek oldukça az sayıda kitap vardır. Bu konuyla ilgili elimizdeki bilgi ve belgelerin büyük bir bölümü Ezoterik Öğretiler'den elde ettiğimiz bilgilere dayanmaktadır.

Ancak az sayıda da olsa bazı yazarlar Şambala konusuna değinmekten çekinmemişlerdir. Çekinmemişlerdir diyorum çünkü çekinmelerini gerektirecek bir meseleyle karşı karşıya olduklarını biraz sonra siz de yakından farkedeceksiniz!...

   Bu konuda bazı açıkalamalar yapabilen ender yazarlardan biri Jacques Bergier'dir. "Les Livres Maudits" isimli kitabında bu konuyla ilgili olarak Jacques Bergier, Şambala'nın uzantılarına "Kara Tarikat Üyeleri" tanımlamasını getirmiş ve bu tarikatın amacını şöyle açıklamıştır: İnsanları bilgelikten uzak tutmak, cahil bırakmak ve bir takım sırlarla insanların karşılaşmalarını önlemek amacıyla büyük bir organizasyon kurulmuştur. Bu organizasyonun üyeleri tüm dünyaya yayılmış durumdadır. Bu tarikat ezoterik bilgileri ve belgeleri yöntemlice yok etme konusunda büyük bir başarıya ulaşmışlardır. Bu kara cüppelilerin uygarlık kadar eski olduklarıyla ilgili elimizde ciddi deliller bulunmaktadır."

   Daha önce de bahsettiğim gibi Belial'in oğulları'nın kurduğu, Şambala'nın uzantılarına "Kara Tarikat Üyeleri" demiş adam. Ve amaçları yukarıda gördüğünüz üzere, İlluminati ile büyük ölçüde benzerlik gösteriyor.

   "Evet, gerçekten de, "Kara Tarikat Üyeleri"nin uygarlık tarihi kadar eski olduklarıyla ilgili elde ciddi deliller bulunmaktadır. Elimizdeki bulgular, "Kara Tarikat Üyeleri "nin bizim devremize ait uygarlık tarihi içindeki her dönemde etkin bir rol oynadıklarını göstermektedir. Bunları maddeler halinde aktarmak bile birkaç kitap konusu olacak kadar çoktur.

   Şambala'nın tarih içinde; geçmişten günümüze kadar yaptığı inanılmaz komploları ve dünyadaki hangi grup, kurum ve kuruluşlarla hatta devlet yöneticileriyle irtibata girdiklerini belgeleriyle ortaya koymak mümkündür. Bunların birçoğu bilinmektedir. Ancak bunların çok küçük bir kısmı kamuoyuna duyurulmuş durumdadır.
Şimdi izninizle kanıtlara geçelim."

Günümüzde Atlantis...
   "Kayıp Atlantis Kıtası'nın varlığını bilimsel olarak kanıtlamaya çalışan pekçok bilimadamı, günümüzde önemli bulgulara ' ulaşmışlar ve bunların çoğunu basın yoluyla dünya kamuoyuna duyurmuşlardır

1997'den heri Bimini'de arattırma yapan Miami Ejiptoloji Derneği, Atlantis'in kalıntıları olduğu iddia edilen 'Scott Taşları'ndaki son durumu anlatıyor" üst başlığıyla duyurulan haber, "Bimini'de Atlantis İzleri" başlığı ile basında yer almıştı.

İşte bu konuyla ilgili geçtiğimiz yıl basında çıkmış olan haberi sizlere olduğu gibi aktarıyoruz."


BİMİNİ'DE ATLANTİS İZLERİ

   "1998 yılı ilkbaharında, Miami Egyptoloji Derneği'nin yöneticisi ve basın sözcüsü Aaron DuVal, medya kuruluşlarının haber merkezlerine bütün dünyada epey yankı yaratan bir basın duyurusu gönderdi. Bu bildiride, Miami açıklarındaki Bimini Adası'nda bir süredir devam eden araştırmaların sonunda, Atlantis'in izleri olduğunu düşündükleri son derece şaşırtıcı ve çarpıcı kalıntılar, tabletler ve duvar parçaları bulunduğunu söylüyordu DuVal. Ekip bütün hızıyla araştırmaları sürdürüyor, ancak bölgenin güvenliği sağlanmadıkça, bulguların yerinin açıklanmayacağı vurguluyordu.

   Bu haber, 1998 boyunca büyük yankı yaratmıştı. Yaz aylarında, Miami Egyploloji Derneği'inde bir basın toplantısı düzenleyen ve eldeki bulguları ortaya çıkaramayacağını çünkü bunun son derece sıradışı bir keşif olduğunu bu nedenle bölgenin koruma altına alınmasının şart olduğunu söyleyen DuVal, izleyen dönemde medyanın ilgi odağı olmasına rağmen birkaç ciddi yayın organı hariç, röportaj vermeyi reddetti ve güvendiği arkeologlarla, bilim kurumlarıyla bağlantı kurmaya çalıştı.

   Ne var ki, aradığı desteği bir türlü bulamadı. Bölgenin güvenliğinin sağlanmasına ilişkin ısrarlı talepleri de yanıtsız kaldı. Akademik çevreler, 1968 yılında bulunan Bimini Yolu'nun da bir Atlantis göstergesi olmadığını düşündüklerinden, DuVal'in iddiasını duymazdan gelmeyi seçmişlerdi. Oysa Miami Egyptoloji derneği, buldukları kalıntılar arasında Güneş Sistemi takvimi olduğunu sandıkları kabartmalar; Yucatan bölgesinin üslubuna uygun olduğu kadar Mısır'daki bulgularla da paralellik gösterdiğini söyledikleri birtakım tarihsel kayıtlar da olduğundan söz ediyorlar ve metalin çok ilginç kullanımlarıyla ilgili bazı bilgilerle yüz yüze geldiklerini vurguluyorlardı.

   Bimini'deki çalışmalarla ilgili Aaron DuVal'in son basın duyurusu, geçtiğimiz Şubat ayında yapıldı. DuVal, çalışmalarında onları motive eden hocaları Profesör Scolt'un onuruna, bu bulguları "Scott Taşlarıi"olarak adlandırdıklarını duyurdu ve güvenlik sağlanıncaya kadar yeni bir basın duyurusu yapmayacaklarını söyledi.

Uzunca bir aradan sonra, geçtiğimiz hafta DuVal, İnterreks'e yolladığı e-mail'de, çalışmalardaki son durumu ve bugün varılan noktayı anlattı. DuVal'e göre artık iyice çoğalan ve sınıflanmaya başlayan tablet, kabartma, hiyeroglif ve muhtelif çizimler, Platon'un Atlantis'i ile karşı karşıya okluğumuzu, tartışılmaz biçimde ortaya koyuyordu ve yakında her şey açıklanacaktı. Ama, bölgenin güvenliği hâlâ sağlanmamıştı! DuVal, en son duruma ilişkin şunları söylüyordu:

   Araştırmalarımız sürüyor. Bir yandan da, sürekli olarak 'Bize kanıt gösterin, bize Atlantis'i gösterin de inanalım' benzeri haykırışlara mubatap oluyoruz. Biz araştırmacılarız, bir şey kanıtlamak gibi bir misyonumuz yok. Bizim bulduklarımızı değerlendirerek bu kanıtı ortaya koyacak olanlar, belki de bugün bize inanmamayı yeğleyenler. Elimizde çok sayıda kanıt birikmiş durumda. "Scott Taşları", bugüne kadar çok ekibin ısrarla aradığı Platon'un Atlantis'inin kanıtları. Ama çok dikkatli ve soğukkanlı davranmamız gerekiyor. Her şeyden önce, araştırma bölgesinin güvenliğinin sağlanması ve belli bir histeriyle bölgeye akın edebileceklerin kanıtlardan bir süre uzak tutulması şart. Burada yalnızca Atlantis fikrine karşı çıkanlardan değil, Atlantis destekçilerinden de söz ediyoruz. Birçok insan, bu konuda kendi teorisini oluşturmuş ve bir fikir ortaya atmış durumda. Böyle bir bulgunun, yıllardır savundukları teoriyi geçersiz kılmasından rahatsız olabilecekler var.

   DuVal, Bimini'deki araştırma bölgesinde bugüne dek ele geçirilenler arasında antik takvimler, gökyüzü ve yeryüzü haritaları, astronomik belgeler, mühendislik planları, metal kaplı duvar parçaları, dünyada bugüne dek bulunmuş en eski toprak kaplar ve binlerce yıl öncesine yönelik tarihi kayıtlar bulunduğunu açıklıyor."
   Agartha hakkında, kanıt niteliğinde olan ancak üzerinde hiç durulmayan bir deneyim. (Benim de en sevdiğim kanıt bu ayrıca.) Kutupların ötesindeki Gökkuşağı Kenti'ne bir yolculuk yaptığı söylenen Amiral Richard Byrd'in bu gizemli mekanla ilgili bir günlüğü vardır:

Admiral Richard B. Byrd´ün Günlüğü, Şubat-Mart 1947

"Kuzey Kutbu'nda bir keşif uçuşu

İç dünya; benim gizli günlüğüm"

Bu günlüğü gizlilik içinde yazmalıyım. Yazdıklarım arktik'de 1947 yılı Şubat'ının 19. gününde yaptığım uçuşla ilgili. Zamanı geldiğinde, muhakkak insanlar daha akıllı olacaklar ve kaçınılmaz gerçeği kabul edecekler. Yazdıklarımı açıklamak özgürlüğüne sahip değilim. Belki de bunlar, toplumsal bir incelemenin ışığını asla göremeyecektir; ama birgün herkesin okuyabilmesi için, bunları kaydetmek benim görevim. Bu açgözlü ve sömürücü dünyada, kesin eminim ki insanoğlu, gerçekleri daha fazla bastıramayacaktır.

"Uçuş Seyir Defteri" 19 Şubat 1947-Artrik Üssü Kampı

Saat 06:00: Tüm hazırlıklar tamamlandı. Kuzeye doğru uçacağım. Tüm yakıt depoları dolduruldu.

Saat 06:20: Sancak motoru daha güçlü gibi. Ayarlama yaptık, şimdi daha iyi.

Saat 07:30: Üsle radyo ilişkisi kontrolu yaptık. Herşey yolunda. Telsizcim memnun.

Saat 07:40: Sancak motorunda zayıf bir akıntı var gibi. Yağ basıncı normal.

Saat 08:00: Uçuyorum. Uçuş, normal görünüyor. 7.000 metre'de uçuyorum. Türbulans, normal. Herşey yolunda.

Saat 08:15: Üsle telsiz kontrolu normal.

Saat 08:30: Türbulans oluştu. Bin metreye kadar inmeye karar verdim, Uçuş koşulları, yumuşak görünüyor.

Saat 09:10: Çok büyük bir buz alanı. Altta kar yağıyor. Görüntü muhteşem. Kırmızıdan mora kadar tüm renkleri görüyorum. Pusula, olduğu yerde dönüp duruyor. Üsle tekrar ilişki kurduk ve gördüklerimi anlattım.

Saat 09:10: Her iki pusulam da, yani manyetik ve gyro pusulalar, dengelerini iyice yitirdiler. Titreşip duruyorlar. Güneş pusulasını kullanıyorum. Kontroller yavaş tepki veriyorlar; ama bir buzlanma belirtisi yok.

Saat 09:15: Uzakta dağlar görüyorum.

Saat 09:49: Dağları gördüğümden bu yana, 29 dakika geçti. Görsel bir yanılgı yok. bunlar birer dağ ve daha hiç görmediğim bir sıradağ halindeler.

Saat 09:55: Altimetre 8.900 metreyi gösteriyor; güçlü bir türbulans var.

Saat 10:00: Hâlâ kuzeye doğru uçuyorum ve altımda küçük bir dağ sırası var. Bunu tanımlıyorum ve soruşturmam gerek; çünkü böyle bir dağ oluşumu haritalarda yok. O da ne? Dağların arasında ve tam ortada, küçük bir nehir akıyor. Aşağıda yeşil bir vadi! Olamaz! Burada garip ve normal olmayan birşeyler var. Buz ve kar olmalıydı; ama ben dağların yamaçlarında yeşil ormanlar görüyorum. Yön bulma araçlarım, hâlâ çılgınca dönüyorlar. Jiroskop, hâlâ öne ve arkaya doğru titreşip duruyor.

Saat 10:05: Dört bin metreye indim ve alttaki vadinin üzerinde sola doğru sert bir dönüş yaptım. Aşağıda yeşille örülmüş bir alan var. Burada ışık farklı, güneşi göremiyorum. Sola biraz daha döndüm ve aşağıda çok büyük, garip hayvanlar gördüm. File benziyorlar; ama hayır, bunlar birer mamut. İnanılmaz, ama oradalar. 3.000 metredeyim. Dürbünle bakıyorum ve hayvanlar görüyorum. Oradalar. Mamutlara çok benziyorlar. Bunu üsse bildirmemiz gerek.

Saat 10:30: Yeşil renkli tepelere yaklaşıyorum. Dış ısı, termometrenin gösterdiğine göre 23 derece. Düz olarak uçmaya devam ediyorum. Göstergeler norma;l ama ben bir bulmacanın içindeyim. Yine üssü arıyoruz; ama telsiz çalışmıyor.

Saat 11:30: Eğer normal kelimesini bu ortamda kullanırsam, herşey yolunda. İlerde bir yer var. Sanki, bir kente benziyor. Uçak, çok hafifledi. Bir tüy gibi dalgalanarak uçuyor. Kontrollar, emirlerimi dinlemiyorlar. Tanrım!, Normal tepkiler vermeyen bir araç içinde uçuyorum ve yeterince hızlı değilim; ama ilerde uçan garip bir araç var. Disk şeklinde ve parlak. Bana doğru yaklaşıyor. Üzerindeki işareti görüyorum; bu, bir gamalı haç. Fantastik! Neredeyiz? Ne oluyor? Kontrolları geri almaya çalışıyorum; ama olmuyor. Kontroller isyan ediyorlar.

Saat 11:35: Telsizden çatırdılar geliyor. İngilizce bir ses; ama derinlerden geliyor. Aksan, İsveç ya da Alman. Şöyle diyor; "Bölgemize hoşgeldiniz amiral. Sizi yedi dakika içinde indireceğiz. Güvenli ellerdesiniz. Rahat olun." Uçağımın motorları durdu. Garip bir gücün kontrolu altında uçmaya devam ediyorum. Şimdi, uçağım kendi çevresinde dönmeye başladı.

Saat 11:40: Bir diğer telsiz mesajı. İniş olayı, başladı. Uçak, şiddetle titriyor. Aşağıya doğru iniyor. Sanki görünmeyen dev bir asansörün içinde gibiyim. Artık çok rahatım. Hiçbir şey, umurumda değil. Hafif bir sarsıntıyla uçağım yere temas ediyor.

Saat 11:45: Günceme aceleyle son cümleleri yazıyorum. Uçağıma doğru gelenler var. Hepsi de uzun boylu ve sarı saçlılar. Uzakta, büyük ve parlak binaların bulunduğu bir kent var. Gökkuşaklarına benzer renk dalgaları, nabız gibi atarcasına kentin üzerinde yükseliyor. Ne olduğunu anlamış değilim; ama ortada tehlikeli birşey yok. Hiçbir silah görmüyorum. Kargo kapısını açarken, bir sesin ismimi söylediğini duyuyorum. Herşeye razıyım.(kaydın sonu)

Kristal Kente Giriyorum...

Bundan sonra olanları hafızama güvenerek yazdım. Hayal gücümü zorlamam gerekiyor. Bütün bunlar, çılgınca ve olmaması gereken şeyler. Telsizcimle beraber uçaktan çıktık. İçten ve samimi bir karşılama bu. Tekerlekleri olmayan küçük bir platformun üstüne bindik. Şimdi hızla parlayan kente doğru gidiyoruz. Kent, sanki kristalden yapılmış gibi. İçeri girerken, daha önce hiç görmediğim büyüklükte binalar görüyorum. Bu yapılar, Frank Lloyd Wright´ın (dönemin ünlü sürrealist mimarı) çizimlerinin ötesinde. Ya da bir Buck Rogers filminin setindeyim (yine dönemin sinemasında canlandırılan bir bilim kurgu kahramanı). Daha önce hiç tatmadığım sıcak içecekler ikram ediliyor. Çok lezzetliler. On dakika kadar sonra, iki hostes geliyor. Çok güzeller ve kendileriyle beraber gelmemi söylüyorlar. Yapacak birşey yok, gidiyorum; ama telsizcim kalıyor. Kısa bir yürüyüşten sonra asansöre benzer bir yere giriyor, aşağıya doğru inmeye başlıyoruz. Araç, duruyor ve kapı, yukarıya doğru sessizce açılıyor. Uzun bir koridorda ilerliyoruz. Gülkurusu renkte bir ışık, her yerden yayılıyor. Sanki duvarların içinden geliyor. Büyük bir kapının önünde duruyoruz. Kapının üzerinde, okuyamadığım bir yazı var. Kapı, ses çıkarmadan açılıyor, girmem için işaret ediliyor. Hosteslerden bir tanesi; "Korkacak birşey yok amiral, Üstad´ın huzuruna kabul edileceksiniz." diyor.

Üstad´ın Mesajı

İçeri giriyorum. Çarpıcı renkler görüyorum. Oda, büyüleyici ve çok etkileyici. Karşımda çok güzel bir insan var. Gördüklerimi anlatamıyorum; bildiğim sözcükler buna yeterli değil. İnsan gibi; ama çok daha ötesinde. Huzur ve mutluluk yayıyor. Düşüncelerim kesiliyor. Melodik ve sıcak bir sesle konuşuyor; "Yerimize hoş geldiniz amiral." O, bir erkek. Yüzünde çok uzun yılların izleri var. Uzun bir masada oturuyor. Sonra kalkıp, bana oturmam için yer gösteriyor; oturuyoruz. Bana bakıp gülümsüyor ve yine o yumuşak ve melodik sesle konuşuyor; "Sizin buraya girmenize izin verdik; çünkü siz, dünyanın yüzeyinde tanınan asil birisiniz." "Dünyanın yüzeyi mi?" diyor ve soluğumu tutuyorum. Gülümsüyor ve, "Evet, şu anda iç dünya´nın Arianni bölgesindesiniz. Sizi görevinizden fazla alıkoymayacağım; güvenle yüzeye geri döneceksiniz. Ama şimdi amiral, sizi neden buraya çağırdığımızı söyleyeceğim. Irkınızın Japonya´da, Hiroshima ve Nagasaki´de patlattığı ilk atom bombalarıyla çok ilgiliyiz. Bu nedenle alarma geçtik ve uçan araçlarımızı yolladık. Biz, bunlara ´flugelrad´ diyoruz. Sizi gözlüyorlar ve ırkınızın yüzeyde ne yaptığını araştırıyorlar. Bütün bunlar geçmişte kaldı amiral; ama biz, devam etmek zorundayız. Irkınızın savaşlarına ve barbarlığına daha önce hiç karışmadık; ama şimdi durum farklı. İnsanlık için uygun olmayan doğal bir gücü, yani atomik enerjiyi öğrendiniz. Özel görevlilerimiz, dünyanızdaki güçlere mesajlar veriyorlar; ama henüz bir tepki vermediler. Şimdi sizi, dünyamızın varlığını gören bir tanık olarak seçtik. Irkınızdan binlerce yıl daha eski olan kültürümüzü, bilimimizi göreceksiniz amiral." sözünü kesiyor ve benimle ne yapacaklarını soruyorum.

Zamanı Geldiğinde...

Üstad, delici bakışlarıyla sanki düşüncelerimi okuyor ve bir zaman sonra cevap veriyor; "Irkınız, şu anda dönüşü olmayan noktaya ulaştı. Aranızda, ellerindeki gücü bırakmaktansa dünyayı yok etmeyi göze alacak olanlar var." Başımı sallıyorum ve devam ediyor; "1945´de ve sonrasında ırkınızla ilişki kurmaya çalıştık; ama düşmanca davranıldı. Flugelrad´larımıza ateş açılıp düşürüldüler. Savaş uçaklarınız, kötü amaçlarla, düşmanca davranarak bizimkileri kovaladılar. Şimdi sana şunu söylüyorum oğlum; dünyanızda çok büyük bir kötülük fırtınası oluşmakta. Kara bir öfke ve şiddet, yıllardır hiç eksilmeden, artarak birikiyor. Silahlanmanızın bir anlamı yok; biliminizde güvenli bir yer yok. Kültürünüzde açan her çiçek, öfke ve hiddetle ezilip, yok ediliyor. Tüm insanlar, canlılar, derin bir kaosun içine düştüler. Yaşadığınız son savaş, daha sonra ırkınızın başına geleceklerin sadece bir başlangıcı. Biz, burada her geçen saat, durumu daha açık görüyoruz. Söylediklerimde bir yanlış var mı?" "Hayır, bu eskiden de oldu. Karanlık çağlar geldi; ama beşyüz yıl önce sona erdi." diyorum. Üstad, devam ediyor: "Evet, oğlum. Karanlık çağlar, asıl şimdi ırkınızın üzerine geliyor. Karanlık dünyayı bir örtü gibi örtecek; ama inanıyorum ki, ırkınızdan bazıları yaşamayı başaracaklar. Ama buna daha zaman var. Fazlası söylenmemeli. Çok uzaklarda ırkınızın yıkıntıları arasından yeni bir dünya doğacak. Kayıp, efsanevi hazineleri arayacaklar ve oğlum bizim korumamızda güvenlikte olacaklar. Zamanı geldiğinde biz, ırkınıza ve kültürünüze yardım edeceğiz. Belki savaşın ve çekişmelerin boş yere olduğunu birgün öğreneceksiniz. Ancak bundan sonra ırkınız, tekrar kültürü ve bilimi elde edebilecek.Şimdi oğlum, bu mesajla beraber yüzeye dönebilirsin."

Ve Dönüş

Bu sözlerle beraberliğimiz sona ermiş gözüküyor. Bir an için duruyorum. Bu, bir rüya olmalı; ama ben, bu gerçeği biliyordum. İki güzel hostesimin gelip, "Bu yoldan amiral" demeleriyle kendime geldim. Çıkmadan evvel, bir kez daha dönüp Üstad´a bakıyorum. O mitolojik yüzde, yumuşacık gülümseme var: "Elveda oğlum." diyor ve ince uzun elini kaldırarak bir barış hareketi yapıyor. Hızla geri dönüyor ve yukarı çıkıyoruz. Hosteslerimin birisi bana dönüyor ve, "Acele etmeliyiz amiral. Üstad, sizi geciktirmememizi istedi. Mutlaka geri dönmeli ve mesajı vermelisiniz." Birşey demiyorum. Olan herşey, inancın ötesinde. İlk geldiğimiz yere dönüyoruz. Telsizcim, orada. Çok gergin ve yüzünde endişeli bir ifade var. Onu, "Herşey yolunda Howie." diyerek sakinleştiriyorum. Yine uçan platformla uçağımızın yanına götürülüyoruz. Motorlar çalışmıyor. Hemen biniyoruz. Kapı kapandıktan sonra görünmeyen güç, uçağı kaldırıp bir anda 8.000 metreye çıkarıyor. Onların araçlarından iki tanesi, belli bir uzaklıktan bizi izliyor. Çok hızlı gidiyoruz; ama hız göstergesini okuyamıyorum. İleriye doğru gidiyoruz. Telsiz, çalışıyor ve bir ses; "Şimdi sizi terk ediyoruz amiral. Kontrollar serbest. Auf wiedersehen!!!!" diyor. Almanca bir veda. Howie ve ben, flugelrad´ların soluk mavi gökte kaybolmalarını izliyoruz. Uçağım birden sarsılıyor ve aşağıya doğru dalışa geçiyor. Toparlanıyor ve kontrolu alıyoruz. Şimdi uçuş normal. Kimse konuşmuyor. İkimiz de kendi düşüncelerimizle başbaşayız.

Güncenin Devamı

Saat 22:00: Yine sonsuz buz ve kar çölündeyiz. Üsse uzaklığımız, yaklaşık 27 dakika. Haberleşiyoruz. Cevap geliyor. Bütün koşullar, normal. Üstekiler, bizden haber aldıkları için çok mutlular.

Saat 22:00: Üsse yumuşak bir iniş yapıyoruz. Bir görevi bitirdim; ama çok daha büyük bir görev, şimdi beni bekliyor... (kaydın sonu)

11 Mart 1947´de, Pentagon´da bir toplantıda hazır bulundum. Olanları anlattım, keşfimi açıkladım ve üstad´ın mesajını aktardım. Herşey, gereğince kaydedildi. Başkan´a bilgi aktarıldı; ama geciktirildiğimi veya alıkonduğumu hissediyorum. Yüksek güvenlik örgütü ve bir tıb ekibi ile uzun görüşmeler yaptırdılar. Bir kasıt algılıyorum. Büyük bir sıkıntı içindeyim. ABD ulusal güvenlik koşulları gereğince, sıkı kontrol altındayım. Ve sonunda emri aldım; bildiğim her konuda, kesin olarak sessiz kalmam isteniyor. Bunu insanlık adına yapacakmışım. İnanılmaz; ama ben, bir askerim ve emirlere uymaktan başka yapacak birşeyim yok.

30 Aralık 1956: Son Sözler

1947´den bu yana yıllar geçti. Günlüğümü tamamlamam gerekiyor. Kapatırken, kendimden eminim. Bu sırrı, yıllar boyunca inançla sakladım. Bu, benim tüm moral değerlerime ve haklarıma karşıydı. Şimdi sonsuz gecenin geldiğini hissediyorum ve bu sır, benimle beraber ölmemeli. Ama gerçek, eninde sonunda galip gelecek. İnsanlığın tek umudu, bu. Gerçeği görüyorum ve rûhum bir an önce serbest kalmak için çırpınıyor. Askerî canavarlığın kalbi olan endüstri için görevimi yaptım. Şimdi, uzun gece başlıyor; ama bu, bir son olmayacak. Uzun Artrik gecesinde olduğu gibi, gerçeğin parlak güneş ışığı yine gelecek ve karanlıklardan ışık doğacak. Çünkü ben, kutbun ötesinde varolan ülkede, en büyük bilinmeyeni gördüm.


Kaynaklar bunlar;

Amiral Richard E. Byrd
ABD Deniz Kuvvetleri, 24 Aralık 1956

Kaynaklar:

History of the Byrd Polar Research Center
The Papers of Admiral Richard E. Byrd
Admiral Richard E. Byrd: The Hero
Richard E. Byrd 1888-1957
Alone - Richard Evelyn Byrd
Admiral Richard E. Byrd and the Holow Earth Theor
Secret Diary of Admiral Byrd?
Rear Admiral Richard E. Byrd And the Quest for the Inner Passage Part I

Ayırıca Yunus Emre'nin şöyle bir şiiri var, belki alakasızdır ama;

Bir Dağ İçinde

Adım adım izleri
Bu âlemden içeri
On sekiz bin âlemi
Gördüm bir dağ içinde

Yetmiş bin hicap geçtim
Gizli perdeler açtım
Ben dost ile birleştim
Buldum bir dağ içinde

Gökler gibi gürledim
Yerler gibi inledim
Çaylar gibi çağladım
Aktım bir dağ içinde

Bir döşek döşemişler
Nur ile bezemişler
Dedim bu kimin ola
Sordum bir dağ içinde

Deprenmedim yerimden
Ayrılmadım pirimden
Aşktan bir kadeh aldım
İçtim bir dağ içinde

Yunus eydür gezerim
Dost iledir bazarım
Ol Allah'ın didârın
Gördüm bir dağ içinde

Yunus Emre

Ayrıca Hitler'in de bu konularla ilgili araştırmalar yaptığıda biliniyor. Fakat onu da bu yazıya eklersem, tam bir işkenceye döneceği için eklemiyorum. :D Şimdi daha önce de bahsettiğim, dünyanın her yerine yayılmış olan piramitlerden bahsediceğim.

   Piramitlerin bulunduğu bölgelerden başlıca; Mısır, Çin, Meksika, Bolivya
Dünyanın tamamen farklı noktalarında, benzer yapıların oluşması sizcede çok büyük bir olay değil mi? Daha 1500 yıl öncesine kadar dünya düz mü, yuvarlakmı diye tartışılırken, bu piramitlerin dünyanın farklı noktalarına milattan önce 4500-15000 yılları arasında yapılması çok büyük bir şey değil mi sizce de? Benim için bu bile büyük bir kanıt aslında teknolojinin eskiden çok gelişmiş olduğuna. Piramitlerin özelliklerine artık hiç girmeyeceğim bile, bilmeyen kalmadı. Ayrıntılı bilgi isteyen şurayı okuyabilir; http://www.gislab.ktu.edu.tr/gisfaaliyet/piramitlerhk.htm

Mısırda ki piramitleri herkes biliyordur. Meksika ve Bolivyada ki Maya ve Aztec piramitlerinide çoğu kişi biliyordur. Peki ya Çin de ki piramitler? İlk duyduğumda bende çok şaşırmıştım. Bu piramitleri biraz araştırdım ve edindiğim bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum;

Öncelikle bu piramitlerin inşaa edilme tarihi tam olarak bilinmemektedir çünkü çinliler bu piramitlerin kendilerine air olmadığını anlayınca, araştırma yapılmasına yasak getirmişler. Peki bu piramitler çinlilere ait değilse kimin? Türklerin! Zaten şaşkınken, birde bu piramitlerin Türklere ait olduğunu duyunca şaşkınlığım iki kat artmıştı. Piramitlerin yapılış tarihinin, milattan önce 4500 ve 15000 yılları arası olduğu tahmin ediliyor. Yani dünyanın en eski piramitleri aslında Türk Piramitleriymiş.

Bu piramitler, Xian şehrine 100 km uzaklıkta , Qin Ling Shan dağlarında bulunuyor ve Ön-Türk uygarlıklarından birisi tarafından inşa edildiği düşünülüyor. Etrafında irili ufaklı 100 adet piramitle beraber, 300 metre yüksekliğinde Beyaz Piramit olarak da adlanırılan bir piramit bulunmakta.

Beyaz Piramit’in ikinci dünya savaşı sırasında Çin’e yardım malzemesi götüren bir C-54 uçağından çekilen fotoğrafı 1957 yılında ilk kez Life dergisinde yayınlanmış. Sonra çinliler bu piramiti gizlemek için üzerine ağaç filan ekmişler, şöyle bir resmi var. Daha önce de hikayede bahsedildiği gibi, bu piramitleri atlantis ve mu kıtasından, yada kuranda ismi geçtiği üzere Ad ve Semud milletlerinden, göç edip, hayatta kalanların inşaa ettiğini düşünüyorum. Belial'in oğulları olarak bilinenlerin, Aztec ve Mısır piramitlerini inşaa ettiğini, Bir'in oğulları olarak bilinenlerin ise Çinde ki Türk piramitlerini inşaa ettiğini düşünüyorum. Şimdi Türk piramitleri ile ilgili, piramitlerin içine giren ilk Türk araştırmacı yazar Oktan Keleş'ın bir makalesini aynen paylaşıyorum.

"Beyaz piramitler" ya da "Türk piramidi" diye de anılan piramitlere giren ve orada araştırmalarda bulunan Keleş, AA muhabirine yaptığı açıklamada, "Buradaki materyaller konunun uzmanları tarafından incelendiğinde şunu söyleyebiliriz: Tarihin tekrar yazılması gerekebilir" dedi ve piramitlerdeki materyallerin Türk tarihi açısından büyük önem arz ettiğini belirtti.

Keleş, bölgeye daha önce de araştırma yapmak için başkalarının gittiğini ancak araştırmacıların görüntü almasına izin verilmediğini ve şimdi yayımlanan fotoğrafların, "şu ana kadar yayımlananlar arasında bir ilk" olduğunu vurguladı.

Yaşlı bir Çinli rehberliğinde piramitlerin iç kısımlarına girdiklerini belirten Keleş, piramitlerin içinde Türklere ait olduğunu düşündükleri sembol, heykel ve tabletler olduğunu kaydetti.

Keleş, kendilerinin ortaya koyduğu deliller karşısında Çinli yetkililerin, "Eski dönemlerde Uygurlar, Çinliler adına paralı asker olarak görev yapıyorlardı. Buradaki semboller ve işaretler onlardan kalma" dediğini aktardı ve "Bu düşünce tabii kendilerine ait" diye konuştu.

"PİRAMİDİN İÇİNDEYİZ"
Piramitlere giderken ve piramitlerin içinde yaşananları aktaran Oktan Keleş, yaşlı bir Çinli rehber eşliğinde piramitlere yakın bir yerden doğal bir mağaranın içerisinde girdiklerini ve karanlıkta 40-50 metre kadar yürüdüklerini anlatarak, "Mağarada 3 kanallı bir girişe geldik. Sonra dikey bir yerden 7-8 metre aşağı kaydık. Geniş bir alana geldiğimizde Çinli rehber bize ’Piramidin içindeyiz’ dedi" diye konuştu.

Keleş, piramidin tabii bir oluşumun üzerine inşa edildiğini belirtti ve Çinli rehber eşliğinde bir mezar odasına ulaşıldığını aktardı.

Mezar odasında yerde boyu 2 metreye yakın bir mumya olduğunu belirten Keleş, mumyanın başında bulunan bir kayada çeşitli işaret ve yazıların yanı sıra "ay yıldız, kurt başları" gördüklerini söyledi. Keleş, alana ışık tutulduğunda "şoke olduklarını" ve "3 metre boylarında, muhtemelen granit taştan yapılma bir baş heykeli" ile karşılaştıklarını kaydetti.

Keleş, heykelin üst kısmında çift boynuza benzer bir objenin bulunduğunu, kafasının ortasında da bir "ay-yıldız" simgesinin göze çarptığını anlattı.

Heykelin yanında da kucağında çocuk olan başka bir kadın heykelinin ve yerde bir mumyanın bulunduğunu belirten Keleş, şöyle devam etti: "İhtiyar Çinli, dizlerinin üzerine çöküp bir şeyler mırıldanıyor.

Gördüğümüz mumya bir erkeğe ait. 30 sene kadar önce yüzü daha net seçiliyormuş hatta ayaklarında çizmeye benzer şeyler olduğunu söylüyor, yaşlı Çinli. İçeride yaklaşık 7-8 dakika kadar kaldık ki, ihtiyar Çinli acele çıkmamız gerektiğini işaret ediyor. Biz biraz daha kalıp, etrafı iyice incelemek istiyoruz. Yaşlı Çinli sertleşiyor, teklifimizi kabul etmiyor. Aşağı doğru merdivenle inilen bir yer görüyoruz ve oraya inmek istiyoruz. Yaşlı Çinli, ’oraya inişin çok zor olduğunu, indikten sonra çıkışın daha da zor olduğunu, buradan acele çıkmamız gerektiğini’ söylüyor. Çinli’nin bu kadar telaşlı olmasından ve sinirlenmesinden dolayı aşağı inemedik. Ancak fenerle şöyle etrafı bir taradığımızda, duvarlarda yazılar ve şekillerle üst üste dizilmiş ve birbirlerine yapışmış tabletleri gördük daha fazlasını seçemedik." -

"ATANIZ OĞUZ KAĞAN’IN TEMSİLİ SURETİDİR"
Keleş, yaşlı Çinlinin verdiği bilgiye göre, mumyanın yüzünün önceden daha net olduğunu, ancak zaman içerisinde köylülerin mumyanın bazı parçalarını koparması nedeniyle bozulmaya başladığını söyledi.

Çift boynuzlu granit taştan üç metrelik baş figürünü sorduklarında ise şaşırtıcı bir cevap aldıklarını belirten Oktan Keleş, Çinli’nin "O sizin atanız Oğuz Kağan’ın temsili suretidir" dediğini nakletti.

Keleş, Çinli’nin piramidin alt kısmında başka bir mumya olduğunu ve onun hiç bozulmadığını ileri sürdüğünü, ayrıca var olan binlerce tabletten bazılarının zaman içerisinde aşınarak birbirine yapıştığını söylediğini aktardı.

Piramitlerin bulunduğu bölgenin yasak olduğuna dair söylentilerin sorulması üzerine Keleş, bölgenin tamamen yasaklanmış bir bölge olmadığını, ancak içeride araştırma ve çekim yapmak konusunda izin verilmediğini belirtti.

Keleş, özellikle Alman bilim adamlarının yaptığı çalışmaların "oldukça önemli" olduğunu, ellerinde bazı bilgiler olmakla beraber görüntü olarak kanıt sunamadıklarını vurgulayarak, "Bildiğimiz kadarıyla bizim yayımladığımız görüntüler bu alanda en kapsamlı görüntüler olma özelliğine sahiptir" diye konuştu.

"TÜRK PİRAMİTLERİ"
Şian şehrinin 100 kilometre yakınında bulunan Çin piramitlerinin, diğer adıyla "Türk piramitlerinin" keşfi konusunda birçok iddia bulunuyor. Bunların arasında en yaygın olanı ise İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikalı pilot James Gaussman’ın Hindistan’dan Çin’e uçarken piramitleri gördüğüne dair iddialar olmasına karşın, bu iddiaları doğrulayacak bir kanıt bulunmuyor.

Gaussman’ın iddialarının aslında Trans World Havayolları’nın Uzak Doğu yöneticisi Binbaşı Maurice Shehan’a ait olduğu düşünülüyor.

Keleş, Gaussman’ın bölgedeki piramitleri görmesinin ardından Alman araştırmacı yazar Hartwig HausDorf’un bölgeye gittiğini ve piramitler hakkında birçok materyal topladığını aktardı.

Keleş, Hausdorf’un bu piramitlerde, ön Türklere ait "yazılar ve çok değişik mumyalar olduğunu" söylediğini, ancak bunları delillendiremediği için bilgilerinin kuşkuyla karşılandığını belirtti.

Piramitlerin sayısının irili ufaklı 100 civarında olduğu belirtilirken, söz konusu piramitlerin kime ait olduğu ve içindekiler hakkında kesin bilgi bulunmuyor.

Makale burada bitiyor, bu piramitler'in araştırılmasına izin verilirse, tarihi değiştirecek bir çok şeyin ortaya çıkacağını düşünüyorum. Bu makaleden önce neden Türk Piramitlerinin, Bir'in oğulları tarafından inşaa edildiğini düşünüyorsun dersen, şöyle açıklayabilirim. İlluminatinin sevdiği piramitlerin mısır piramitleri olduğunu biliyoruz. Horus'un gözü olarak bilinen sembol de, mısır piramitlerinde yaşamış olan 2. Ramses'in sembolü. Yani mısır piramitleri Belial'in oğullarının(İlluminati) ise, Türk piramitlerinin de Bir'in oğullarına ait olması gerektiğini düşündüm. Tabi bu sadece hikayeye göre, yaptığım bir değerlendirme. Bunun doğruluğuyla ilgili bir kanıt yok.

   Son olarak nuh tufanı ile ilgili bilim-kurgusal düşüncemi belirtmek istiyorum. Şimdi tahtadan bi gemi düşünün ki, içine dünyada ki yada o bölgede ki tüm hayvanları, böcekleri, kuşları vs alsın. Ki bu milyonlarca demek oluyor ve bunların hepsinin yiyeceği, içeceği sağlansın... Sizce de biraz imkansız değil mi? Bunun yerine teknolojinin çok gelişmiş olduğunu düşünürsek, bu geminin aslında uzay gemisi tarzı bir şey olduğunu ve hayvanları vs aslında veriye, yani bilgiye dönüştürerek hard disk tarzı birşey de sakladığını ve tufan bittikten sonra ise tekrar maddeye dönüştürdüğü... Stargate izlemenin etkilerini görücekseniz, derken bunu kast etmiştim. Her neyse, yazım burada son buluyor, bir sonra ki yazımda görüşmek üzere.

Güç sizinle olsun.
Not: Oha ne kadar uzun olmuş :D

8 Ekim 2011 Cumartesi

Deccal ve İlluminati bağlantısı

İyi geceler.

Şu sıralar okullar açıldığı için, yazılarım arasında ki süre biraz artıyor. Her hafta bir yazı yazmaya çalışacağım. Bu gece illuminati ile deccal arasında bir bağlantı var mı? Varsa neler, bununla ilgili görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Öncelikle deccal nedir, kimdir?

Deccal kuranda geçmesede, kıyamete yakın bir dönemde çıkıp İslâm dinini ve ümmetini ifsad edip kötülüklere sürükleyeceği hadislerle biliniyor. Deccal, "aldatıcı, hilekar, yalancı" manasına gelmektedir. Şimdi her hadisin doğru olmadığını biliyoruz, yani araya hurafeler karışmış olabilir bu yüzden her duyduğumuza inanmamamız lazım fakat daha önce de söylediğim gibi göz önünde bulundurmaktan zarar gelmez. Kaynağı ile yazıyorum, doğruluğuna siz karar verin. 

Bir hadise göre, O "Bu ümmetin âhir zamanında çıkacak Yahûdîlerden biri olup ilâhlık iddia edecektir." (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, Beyrut 1389, I, 948)

   Bu hadiste deccal'in yahudilerden olacağına işaret ediliyor. Daha önce ki yazılarım da da bahsettiim gibi, Rothschild ve Rockefeller aileleri resmi kayıtlarla bilinmese de dünyanın en zengin aileleri ve aynı zamanda yahudiler. Bu ikisinin 33. dereceden mason olduklarını bilmeyen kalmadı zaten. Masonluk = İlluminati midir bilemem fakat bağlantılı oldukları kesin. Masonların yüksek kademelerinin de sadece yahudiler olduğunu da söyleyen bir çok kaynak var fakat bu işleri çok gizli tuttuklarından kesin olarak bir kanıt gösteremeyeceğim fakat şöyle bir şey yapabilirim...

   "Necmettin Erbakan." Bahsettiğim kişi bizim alt sokakta ki bakkal hayri amca değil, prof. dr. ünvanına sahip ve ülkemizde başbakanlık yapmış bir insan.Ve daha önce neredeyse kimsenin yapmamış olduğunu yaptı. Bu yaptığını çok taktir ettim.


Fotoğrafta yazılanları okuyun, bunları diyen Erbakan. Pat diye canlı yayında piramit'in olduğu resmi çıkardı ve piramiti anlatmaya başladı. Önünde duran beyaz kağıt da işte bu.

Piramit'in tam halini görmek için tıkla.


Bunları siyonizm, yahudiler ve illuminatinin bağlantılı olabileceğini göstermek için sizlerle paylaştım. Şimdi deccal konusuna tekrar dönecek olursak. "Bu ümmetin âhir zamanında çıkacak Yahûdîlerden biri olup ilâhlık iddia edecektir." hadisi ile illuminatinin böyle bir bağlantısı olabileceğini düşünüyorum. Pizzamdan bir ısırık alıyım. Devam ediyorum...

Başka bir hadiste de söyle deniyor deccal için;
Hz Peygamber (sas); "Hiç bir peygamber yoktur ki ümmetini tek gözlü yalancı (Deccâl)'den uyarmış olmasın Dikkat edin ki onun bir gözü kördür Rabbiniz ise tek gözlü değildir" buyurdular(Buhârî, Fiten, 26; Müslim, Fiten, 101; Tirmizî, Fiten, 56)

Eh bu hadiste berkecan'ın bile inkar edemeyeceği bir şey var. Sevgili ülümümatimizin en bilinen işareti;

Horus'un gözü.

   Deccal'i tek gözlü bir adam olarak bekleyor insanlar. Fakat deccal'in tek gözlü bir insan olma ihtimalinden çok, bir düşünce, bir çağ, bir örgüt olarak düşünecek olursak İlluminati buna çok daha uygundur. Deccal ile ilgili hadislerden bilindiği üzere sağ gözü kör ve sol gözü ile görüyor. Sol gözü dini bir sembol olarak yorumlamlarsak; Sol göz dışsal görünüşü sembolize eder, yani dışsal bilgi kazanılır. Dış dünya, deccal'in gözü dış dünyaya dönüktür yani. Sağ göz ise içsel görüşüş yani maneviyatı temsil eder. Deccal'in ise sağ gözü kördür, bu yüzden manevi anlamda kördür. 

   Yeni dünya düzeni ile yapılmaya çalışılanda işte bu, insanları manevi anlamda yoksun bırakıp tamamen dış dünyaya yönlendirmek. Daha fazla eşya, daha büyük evler, daha yeni arabalar... Bu hırsın hiç sonu gelmeyecekmiş gibi. Tüm bunlar olurken, bir yandan da insanlar açıklıntan ölüyor.

Yani illuminati'nin, o gelmesi beklenen deccal olması ihtimali büyük. Bütün bu gösterdiğim kanıtlar buna işaret ediyor fakat elbette yanılıyor olma ihtimalimde var fakat deccal'in bu kadar özelliği bilinirken kimse tek gözlü bir insanın, "ben tanrıyım, sizi ben yarattım rerörörörö" demesine kanacağını sanmıyorum. Anında deccal olduğu anlaşılır yani. Lakin ki, belki de 86.651 yıl(Atıyorum) sonra bugün ki kayıtların hepsi kaybolmuş olacak ve gerçektende deccal bir insan olarak dünyaya gelecektir, bunu bilemem. Geleceğe yönelik düşünmek lazım.

Şunada bir bakarsınız, gelenlerin devamı niteliğinde çekilen bir seri.

Bu yazımda nuh tufanı, agartha, shambala, mu ve atlantisten filanda bahsetmek istiyordum fakat bir sonra ki yazımda yazmaya karar verdim. 

Bear McCreary - All Along The Watchtower; http://fizy.com/#s/18pa9a 

Yüzlerce silahla donanmış olsan bile bazen bir adamın yüreğindeki inanç mızrağına karşı koyamazsın... (Kızıl Bacak Zeff - One Piece)

1 Ekim 2011 Cumartesi

Korku Düzeni ve Suçluluk


Okurken dinlemelik; http://fizy.com/#s/1m5xry

   Naber? Bu gece "onlar" hakkında konuşacağım. Diğer yazılarıma göre biraz daha kısa olabilir fakat insanın kendisi ile yüzleşmesi o kadar kolay değil.

   Fakirler ve alt sınıflar çoğalıyor. Adalet ve insan hakları yok oluyor. Acımasız bir toplum yarattılar ve biz kasıtsız, suç ortaklarıyız. Kural koyma amaçları, bilinci yok etme altında yatıyor. Bizi transa geçirdiler, bizi kendimize ve diğerlerine göre farklılaştırdılar. Yalnızca kendi çıkarımıza odaklanmış durumdayız. Lütfen anlayın, onlar keşfedilmedikleri sürece güvendeler. Bu onların hayatta kalma yöntemleri. Bizi uyutuyorlar. Bizi bencilleştiriyorlar. Bizi durgunlaştırıyorlar. Peki ne? Buna istersen sistem, istersen illuminati, istersen yeni dünya düzeni, istersen kapitalizm de... Fakat gerçeği reddetecek kadar korkak olma, aç artık gözlerini.

"Bunları nerenden atıyosun yeaaa?" diyen küçük aynştayn, biraz olsun sürüden ayrıl ve etrafına bir bak, bu anlattıklarım dışında  ne görüyorsun? Suçluluk!

   Bu küresel kötülük sisteminin bir parçası olduğumuz için hepimiz suçluyuz. Önce bunu kendimize itiraf etmekle başlayalım. Bu ilk adım. Korku düzenine boyun eğidiğimiz için hepimiz rehine, bu yol ile düzenin ilerlemesini sağladığımız  için hepimiz suçluyuz. Düşünmüyoruz çünkü korkağız, düşünmüyoruz çünkü sindirilmişiz, düşünmüyoruz çünkü hepimiz bu lanet olası pisliğin içinde debeleniyoruz. Aldığımız her nefes bizi ölüme bir adım daha yaklaştırdığı halde, özgürlükten var gücümüzle kaçıyoruz. Sadece, korkularımızı yenebildiğimiz kadar özgürüz.

   Bunları gerçekleştirirken en etkili silahları, televizyon, medya ve internet... Ve en önemlisi ise eğitim sistemi. Eğitim sisteminin gerçekten insanları eğitecek şekilde olmasına izin vermiyorlar. Onun yerine beyni sulanmış, ezberci ve tek tip insanlar yetişiyor. Çünkü düşünen ve sorgulayan insanların yetişmesi işlerine gelmiyor. İnsanın içinde ki tüm merak kırıntıları, toplum tarafından eziliyor. Toplum yani diğer ismi ile bu sistemin köleleri olmuş olanlar. Fakat bunun için suçlayacak birilerini aramayın, aynaya baktığınızda suçluluk duyuyorsanız, gerçekleri öğrenmişsiniz demektir. 

   Eğitimin asıl amacı nedir? Benim bunun için yaptığım tanım şöyle; Geçmişte öğrenilen bilgileri yeni nesile aktarmak ve üzerine yeni bilgiler ekleyerek medeniyetimizi geliştirmek. Yani eğitimin asıl amacı öğrenmek ve merakımızı gidermektir. Peki uygulanan şey ne? Daha ilkokuldan itibaren çocuklar birbirleri ile yarıştırılmaya başlanıyor. Sürekli bir rekabet ve yarış içerisine sürüklenen insanlar, eğitimin asıl amacını unutup sadece birbirlerini geçmeye odaklanıyorlar. Aynı at yarışı gibi, öyle değil mi? Nerede kaldı merak? Nerede kaldı keşfetmek?

   Daha 7 yaşında ki çocuk matematikten korkuyorsa, bunun suçlusu sizsiniz. Tüm insan ırkı, doğası gereği meraklıdır. Bu bizim genlerimizde var. Eğer meraklı olmasaydık, ateşi keşfedemezdik, yazıyı bulamazdık. Eğer yıldızlar ve gezegenler hakkında düşünmeseydik, dünyanın yuvarlak olduğunu keşfedemezdik. "Nasıl?" sorusunu kendimize sormasaydık, hayvanlardan hiç bir farkımız kalmayacaktı. Fakat bugün yapılan ve yapılmaya çalışılan şey bu. İnsanın içinde ki tüm merakı daha çocukluğundan başlayarak, kademe kademe yok etmek, tam manası ile ezmek. Ve tek tip bireyler yetiştirmek, böylece kontrol edilmemiz çok daha kolay olacak. Daha söylemek istediğim çok şey olmasına rağmen, "onlar" hakkında bu kadar konuştuğumuz yeter.

   Gerçek şeytan içimizdeki şeytandır. İçimizdeki şeytan iyi insanların kötülük karşısındaki vurdumduymazlığıdır.

   Son olarak illumanti ile ilgili bulduğum yeni bir şeyi göstermek istiyorum. Sadece bunun için ayrı yazı yazmaya gerek duymadım fakat bu tarz ufak tefek şeyler çok birikirse, bir arada toplayacağım.

   Horus'un her şeyi gören gözünden daha önce de bahsetmiştik. Bu illuminaticilerin kullanmayı çok sevdiği bir sembol. Bakalım ne yapmayı planlıyorlar?


   Bu gördüğünüz fotoğraf Türkiyede ki, sedir adasına ait. Henüz yapılmamış fakat "Naomi Campbell" isimli manken, satın aldığı adada, böyle bir yapı yaptırmaya karar vermiş. Peki bu fotorafta ki 7 farkı bulun dersem? Eheh, gördüğünüz gibi horus'un herşeyi gören gözü şeklinde bir yapı yapılmak isteniyor. Tabi ki, tesadüfen. Yoksa ülümünatiymiş, masonik simgeymiş filan heç alakası yok. Dimi la şakirt?

Daha fazla şey yazmak isterdim fakat, bu konu hakkında pek bilgim yok. Bu habere inanmayanlar google amcaya sorabilir. Yoksa paintten çizmedim ben bu resmi, mimarı, taslağı filan her şeyi belirlenmiş. Bir tek yapılması kaldı, onu da yakında yaparlar. 

Nothing is true, everything is permitted. (Hiç bir şey doğru değil, her şey mümkündür.) Assassin's Creed oyunu ile ünlenen, gerçekte "Hasan Sabbah"ın ölmeden önce söylediği son sözler.

İlluminati FS kulübünün ilk kuralı: kulüpten söz etmemek.
2.kuralı: kimseye kulüpten söz etmemek.